27 Ekim 2010 Çarşamba

Kalbe Nurun Girmesi



Kalbe Nurun Girmesi
Sahâbe, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V)’e
“Kalbe nur girince genişler, rahatlar bunun alâmeti nedir ya Resûlullah” diye sordu.
Kâinatın Sultanı Peygamber Efendimiz ise;
“Ahirete yöneliş, aldatma yurdundan, dünyadan uzaklaşma, ölüm gelmeden, ölüm için hazırlık yapmaktır” diye buyurdu.
Allahû Teâlâ, aldatma yurdundan, dünya hayatından uzaklaşmayıp razı olanları, ölüm gelmeden, ölüm için hazırlık yapmayanları Yûnus 7’de bildiriyor.
10 / YÛNUS - 7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatme'ennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah'a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.


Âyette bildirilen anlamın mefhumu muhalifînden hareketle, “dünyadan uzaklaşma, ölüm gelmeden evvel ölüm için hazırlık yapmak” ancak ölmeden evvel Allah’a ulaşmayı dilemekle mümkün olur.
Nur; Allah’a ulaşmayı dileyen Allahû Teâlâ’nın kendilerine 7 furkan verdiği kişilerin kalbine girer.
Kalbe nurun girmesi; kişinin dünya hayatından uzaklaşmasıyla doğru orantılıdır. Kişi dünya hayatından ne oranda uzaklaşmışsa o oranda kalbine nur girer.
Gerçekten nefsin manevî kalbine baktığımızda tamamen karanlıklardan müteşekkil yapısında 19 tane hastalığın var olduğunu görüyoruz.
Bu hastalıkları şöyle sıralayabiliriz;
1] Kin ve nefret
2] Küfür
3] Yalan
4] Haksızlık ve zulüm
5] Haset ve düşmanlık
6] Cehalet
7] Cimrilik
8] Öfke
9] İsyan
10] Sabırsızlık
11] Kibir ve gurur
12] Hırs ve şehvet
13] Nankörlük
14] Gıybet
15] Vefasızlık
16] Zan
17] İptilâlar [kötü alışkanlıklar]
18] Mürailik
19] Fitne ve fesat
Şeytan nefsimizin afetlerine %100 tesir ederek insanlara dünya hayatını süslemektedir. Şeytanın negatif tesiri sebebiyle insanlar hep dünya hayatının peşinden koşarak huzursuz ve mutsuzluğu yaşamaktadırlar.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) onun için “Her kötülüğün başı dünya sevgisidir.” buyuruyor.
İnsanları dünya hayatının peşinden koşturan nefsin kalbindeki afetlerden kurtulmak ancak kalben Allah’ı ulaşmayı dileyip mürşide tabi olduktan sonra nefs tezkiyesi ve tasfiyesiyle mümkündür.
Allahû Teâlâ, Allah’ı dileyen herkese dördüncü basamakta Rahmân esmasıyla tecelli eder ve onlara furkanlar, ihsanlar verir ki o kişinin kalbine zikirle nur girsin ve huşû sahibi olsun diye.
Huşû sahibi kişi hacet namazıyla Allah’tan istediği ve Allahû Teâlâ’nın kendisine gösterdiği mürşidine tâbî olduğu zaman nefs tezkiyesine başlar. Zikir nefs tezkiye ve tasfiyesinin yegane vasıtasıdır. Allah isminin tekrarı olan zikirle beraber kalbine iki çift nur (rahmet+salavat, fazıl+salavat) birden girmeye başlar.
Mürşide tâbî olduğumuz zaman, nefs tezkiyesine paralel, ruhumuz vücudumuzdan ayrılır ve Sıratı Mustakîm üzerinden Allah’ın Zat’ına ulaşır. Nefs tezkiyesi olmadan ruh Allah’a ulaşamaz.
Kişi zikretmeye başladıktan sonra zikir artışına paralel kalpte %7’lik fazl birikimi oluşur bu da ruhun birinci gök katına çıkmasını sağlar.
Kişi zikrini artırmaya devam eder; ikinci %7’lik fazl birikimi meydana gelir ve ruh ikinci gök katına çıkar. Yine %7 fazl birikimi ve ruh üçüncü gök katına çıkar. Mutmainne’de %7 fazl birikimi oluşur ve ruh dördüncü gök katına kadar çıkabilir. Bu şekilde kalbe nur girdikçe o kişinin kalbi devamlı aydınlanır, rahatlar.
Burada nurun ‘kalbe giren fazıllar’ manasına geldiğini görüyoruz.
O halde yapılması gereken şey;
Aldatma yurdu olan dünyadan uzaklaşarak ahirete yönelip ölüm gelmeden ölüm için hazırlanmak. Bu da ancak Allah’a ulaşmayı dilemekle mümkündür.
Allah’a ulaşmayı dilediği an, o kişi bütün bu güzelliklerin sahibi olur.
Kalbe nur girebilmesi için o kişinin Allah’a ulaşmayı dilemesi, dünya hayatından uzaklaşması, ölmeden önce ölmek suretiyle nefs tezkiyesi ile ruhunu Allah’a ulaştırması gerekir.
Kalbe nurun girmesi de ancak zikir ile mümkündür.
Allahû Teâlâ’nın tüm insanlar için vaazettiği temel hakikat budur.
Ruhun Allah’a vasıl olması;
O kişiyi ermiş evliya kılar.
Ona 3. kat cennet ve dünya saadetinin yarısını sağlar.
Huzur ve mutluluk ancak zikirle; kalbin nurlanması ile gerçekleşir.

Kalp körleşirse...



Kalp körleşirse...
Kur'ân-ı Kerim'de bir noktaya dikkat çekilir: "Gözler kör olmaz; fakat göğüslerin içindeki kalbler kör olur." (Hacc S.Â: 46)

İnsan, gözüyle bakar; fakat gören kalb. İnsan kulağıyla sesleri algılar; fakat işitip anlayan ve dinleyen kalb. İnsan ile hayvan arasındaki fark kalb. Kişi kalbini kullanmıyorsa hayvanlardan farkı kalmıyor, hattâ onlardan daha aşağı derekeye düşmüş oluyor, demektir. Çünkü hayvanlar anlama âleti olan kalbe mâlik değiller. Beriki ise kalbi olduğu hâlde işletmiyor, pas tutmasına sebep oluyor. Ya da yanlış kullanıyor yalama olmasına sebebiyyet veriyor.

Kalb dediğimiz şey nedir?

Kalb 2 mânâda kullanılır:

1- Sol memenin altında damarların kökü olandır.
Tıpcıların meşgul olduğu cismani ve mekâni kalbtir. Ayrıca buna yürek de deriz.

2- Ruhani olan, mânevi alemimizin merkezi bulunan, mekânı olmayan kalbtir. Buna nefsimizin sesi de deriz. İnsanın asıl hakikatı bu kalbtir. Bedende cismâni kalbin mevkii ne ise ruhta da kalb-i ruhaninin mevkii odur. Kur'ân'da, kalb denilince bu ikinci mânâ anlaşılır. Ahlâkî ilimlerde, edebiyatta da kalbten anlaşılan mânâ bu kalbtir. Kalbi bozuk, kalbsiz tanımları ikinci kalb ile alâkalı sözlerdir. Mühürlenen kalb de ikinci kalbtir.

İnsanın hakikati bu kalbtir. Bu, ruhumuzun gözüdür.

Basiret, bu kalbin bakışı; akıl, ruhu; irade de kuvvetidir.

Bu kalb, gönül mânâsında da kullanılır. Meselâ, gönlümden geçti deriz.

Bedende cismani kalbin mecburiliği ne ise, ruhta da ruhani kalbin mecburiliği aynıdır.

"Kalb gözü açık" sözü halk arasında çok yaygındır.

Hâdiselere baş gözüyle bakanlar hiçbir şeyi Kur'ân ölçüsüyle değerlendiremezler. O zaman da, kötülüklere normal derler. Kızı açık-saçık gezer; normal der. TV'de yatak sahneleri seyreder; normal der. Evine gelen ziyaretçileri kadın-erkek birlikte oturtur; normal der. Düğününü sünnete aykırı yapar; normal der.

Hâdiselere kalb gözüyle bakanlar anormallere normal diyemez. Hayata kalb gözüyle bakmak demek, İslâm'a ters düşen her şeyin tehlike olduğunu kavramak demektir. İslâm'a ters düşen yüzlerce tehlikeli işlerin ortasında kalan mü'min bu tehlikeleri sezemiyorsa, zararını hesap edebiyorsa kalb gözü kör demektir.

Kalbler kararır. Günahlardır kalbleri karartan. Kalbi karartan, kalbte is-pas bırakan şeylere günah denir. Peygamberimizin tarifi de budur: "Günah, göğsünü daraltan ve insanların muttali olmalarını arzu etmedikleri şeylerdir" (Müslim. Birr: 14-15. Tirmizi. Zühd: 52)

Kalbin cilâsı yaratıcısını hatırlamaktır. "Kalbler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur." (Ra'd S.Â: 2Cool
Hz. Enes (RadıyAllahu Anh) naklediyor:
Rasülûllah (SallAllahu Aleyhi Vesellem) şöyle duâ ederdi.
"Ey kalbleri evirip çeviren, kalbimi dinin üzere sâbit kıl." (Tirmizi, Kadir: 7 Davet: 89, İbni Mace, Dua: 2. Müsned: 6/251)
"Kalbleri var, onunla anlamazlar, gözleri var onunla görmezler; kulakları var onunla duymazlar... Onlar dört ayaklılar gibi, hatta daha da şaşkın ve aşağıdırlar." (Araf S.Â: 179)

Allah'ım! Kalblerimizi dinin üzere sâbit kıl...

3 Ekim 2010 Pazar

Tevbede Acele Etmek Lazımdır



Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Ey İman edenler! Allah-u Zülcelal'e nasuh bir tevbe ile tevbe edin." (Tahrim; Cool Hz. Ömer radıyallahu anh diyor ki: "Nasuh tevbe: Kişi bir günah işler, sonra tevbe eder ve bir daha o günahı yapmamak için gayret gösterir ve o günaha dönmeyi istememesidir."

Bir çok haberlerde ve eserlerde; Allah-u Zülcelal'in rahmetinin ve azabının şiddeti geçmektedir. Eğer mü’min Allah'ın yanındaki azabın ne kadar şiddetli olduğunu bilseydi, hiç bir kişi onun cennetini ümit etmeyecekti. Kafir de Allah'ın yanında rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilseydi. Onlardan hiç kimse de cennetten umutsuz olmayacaktı.

Ayet-i kerimede Allah-u Zülcelal şöyle buyuruyor: "Deki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin, günahlarınızı mağfiret etsin. Allah mağfiret ve rahmet edicidir " (Âl-i İmran; 31)

Abdullah bin Büsr radıyallahu anh'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: "İki tane arabi Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in yanına geldiler ve Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem'e soru sordular; onlardan bir tanesi: “(Ya Resulallah!) İnsanların en hayırlısı kimdir?” diye sordu. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem dedi ki: "İnsanların en hayırlısı; ömrü uzun olup da ameli güzel olandır.” Diğeri: “Ya Resulallah! İslâm'ın şeriatları benim üzerimde çok oldu, bana bir şey söyle ki ben onunla amel edeyim.” Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Dilin daima Allah-u Zülcelal'in zikriyle yaş olsun.” (Tirmizi: 3375)

Bir kimse tevbe ettikten sonra, nefsini terbiye etmek için çok çalışmalıdır. Tekrar günaha dönmek korkusuyla, her an tevbe üzere olmalıdır. Kötü arkadaşlarını terkederek yiyeceğini, içeceğini, giyeceğini helâl yönden temin etmeye gayret göstermelidir.

Bir kimse günde yetmiş defa günah işlese ve akabinde de tevbe etse, bu kimse için günahında ısrar ettiği söylenemez. Nitekim Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "İstiğfar eden kimse (günahında) ısrar etmemiştir. Günde yetmiş defa tevbesini bozsa da." (Ebu davud:1534, Tirmizi: 3559)

Ancak, yine de yapmış olduğu tevbede gevşek davranmamalıdır. Nasıl olsa tekrar tevbe ederim diyerek, günaha meyletmemelidir. Dikkat edilmesi gereken en önemli konulardan birisi de tekrar günah işlerim korkusuyla tevbeyi terkedip geciktirmemektir. Tevbeyi geciktirmenin kötülüklerini İmam-ı Gazali kuddise sırruh şöyle izah etmiştir:

1- Günahlardan dolayı oluşan zulmet kiri kalpte toplanır. Böylece silinmeyecek bir durum alır.
2- Hastalık veya ölüm aniden gelebilir. O zaman tevbe etmeye vakit de bulamaz. Ölümü çok anan kimse, şu üç şeyle şereflenir. Günahına hemen tevbe eder.

Nefsi kanaat sahibi olur. Yaptığı ibadetten neşe ve sürur duyar. Ölüm her an gelebilir. Yarına salim olarak çıkacağını zanneden kimse, ölüm için hazırlıklı değildir. Taat ve ibadetler ölümü hatırlamanın semeresi olduğu gibi günahlar da ölümü unutmaktan meydana gelir.

İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri oğluna şöyle vasiyet etmiştir.

"Seyyidü’l istiğfarı her namazdan sonra bir, üç veya beş kere oku. Bu, ölüm anında mutlaka tevbe ile gitmeye vesiledir." Seyyidü’l istiğfar duası şöyledir: "Allah'ım! Sen Rabbimsin. Senden başka hiçbir ilah yoktur. Beni Sen yarattın. Ben Sen'in kulunum. Gücüm yettiğince ezelden sana verdiğim söz ve vaadime bağlıyım. Yaptıklarımın şerrinden sana sığınırım. Üzerimdeki nimetini ve günahlarımı Sana ikrar (itiraf) ediyorum. Beni mağfiret buyur. Çünkü günahları ancak sen bağışlarsın." (Buhari, Deavat:2/16)

İmam Ebu Hanife: "Bu istiğfarlar gündüzde gecenin günahını, gecede gündüzün günahını affettirdiği gibi ölümden sonra cennete girmeye de vesile olur." diye tasrif etmiştir. İnsan tevbeyi kesinlikle ertelememelidir. İbn Abbas radıyallahu anh, Kıyamet Suresinin beşinci ayetinin tefsirinde şöyle buyurmuştur: "Fakat insan önünde (ileride) günah işlemek ister." (Kıyamet; 5)

Ademoğlu, günahını takdim (öne alır) tevbesini tehir eder. Bir gün gelir de insan kötü bir hareket üzere iken, tevbe etmeden ölür gider. Öyle ise insanın ne zaman öleceği belli olmadığı için yaptığı kötü hareketlerinden bir an önce tevbe etmelidir. Tevbe etmeden ölmekten Allah-u Zülcelal'e sığınınız. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Sizin için en çok korktuğum iki huy, nefsin kötü arzularına uymak ve uzun emeldir." (Keşfu’l-Hafa:1/60)

Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurmuştur: "İnsanların en akıllısı ölümü çok hatırlayandır, ona en iyi bir şekilde hazırlananlardır." (Tirmizi:2459)

Şu halde, aklımızı kullanıp tevbe etmeliyiz ki, Allah-u Zülcelal tevbemizi kabul etsin, rahmet ve bereketini üzerimize indirsin. Tevbenin İslâm Dini’nde çok önemli bir yeri vardır. İnsanın acele olarak tevbe kapısına, tevbe etmek için Allah-u Zülcelal'e yönelmesi gerekir.

Çünkü Allah-u Zülcelal'in gazabından, cehennem azabından kurtulmak ve Allah'ın rızasını kazanıp cennet nimetlerine kavuşmak ancak bu yolla mümkündür.

Seyda Muhammed Konyevi (K.S.)

2 Ekim 2010 Cumartesi

Ben İnsanım




Ben İnsanım

Akik, bir taştır. Gül, bir çiçektir. Arı, bir böcektir. İblis, bir şeytandır. Hâme, bir cindir. Cebrail, bir melektir. Ben, bir insanım. Kendi türünü temsil eden bu varlıklar arasında yerim neresi benim? Kimim ve kimin içinim?


"Nefsini bilen, Rabbini bilir." Madem öyle, ben önce kendimi bilmeliyim. Rabbimi tanımak ve dünyadaki yerimi belirlemek için kendimi bir anahtar gibi kullanmalıyım. Çevremdeki her şeyi de o zaman anlayabilirim ancak. Zira, bakılandan ziyade, "bakış"önemli. Kendimi tanırsam, "insan"ı da tanımış olurum. "Cüz"ler, "küllî"lerin aynasıdır.


Ben, insanım. Varlık bezmi etrafımda pervanedir. Cebrail, benim için Rabbimden haberler getirir, haberler götürür. İblis, benim için Rabbine düşman kesildi. Hâme, o görünmez varlık, benim mensubu bulunduğum "bir güzel insana" ümmet oldu da şereflendi. Akik, benim iltifatımla değer kazandı. Gül, bir anlık nazarım için gülümser. Arı, bana hizmet etmenin şevkiyle bal yapar.


Aslım topraktır, ama ruhum görünmez fezalarda uçar. Gayb ile şehadet bende buluşur, mânâ ile madde bende birleşir. Efendi de benim, köle de. Cihanın sultanıyım, ama Onun kuluyum. Zirveyim, seçilmişim. Omuzumda üstünlük nişanı takılı, akıl nurudur başımda parlayan.


Kendi başıma bir hiçim. Varlığım bir gölge, elimde olana "benim"deyişim bir vehimden ibaret. Neyim varsa O verdi. Ben, Onun için varım. İlmim, iradem ve kudretim hep Rabbimden. Ben, Mabuduma kulluk etmek için buradayım. Acizliğimi bilir kudretine sığınırım,zayıflığımı görür kuvvetine dayanırım, fakirliğimi anlar rahmetine güvenirim, kusurumu fark eder affımı isterim.


Ben define arayıcısıyım, sırlar ülkesinin yolcusuyum. Onun yolundayım, Onunlayım, Ona giderim. O yolun merhaleleri hem kavuşmadır, hem ayrılık. Her adımda bin ızdırap ve bin lezzet tadarım. Bir yerde duramam, yeter diyemem, gaflet öldürür beni.


Yol tehlikelerle dolu. Bu sırlar ormanının her ağacı ardında bir düşman pusu kurmuş. Nefsim, can düşmanlarımla işbirliği halinde. Ben, Ona gitmek isterim. İblis beni aldatıp kendi yolunda yürütmek ister.
Önümde, gidilebilecek son noktaya kadar giden bir Rehberim, ilimde marifet yollarını tarif eden söz mucizesi bir Kitabım var. Bilirim, gözüm kitapta, özüm izde oldukça İblis beni aldatamaz.


Bütün kapılar bende açılır, bütün yollar benden geçer ve Ona gider. Hem yolcuyum, hem yol. Hem kapıyım, hem anahtar. "Enfüsî tefekkür" bendedir, kendime girer Ona giderim. "Afakî tefekkür" benim işimdir, ibretle cihan kitabını okur, okuturum. Her eser şiirimdir; hisseder, anlatırım.


Her neye baksam Onun sıfatlarını görüyorum. Ne yana dönsem Onun fiilleriyle karşılaşıyorum. Hangi varlığın sinesine kulağımı yapıştırsam, bana Onun güzel isimlerini sayıyor.


Bana, "Niçin akikten, gülden, arıdan söz ediyorsun? Taş, çiçek ve böcek bu kadar mı önemli?" derler. Tefekkür"sırrını bilmeyene neyi, nasıl anlatmalı? Hayır, onların kendi başlarına bir önemleri yok, farkındayım, ama madem beni aradığıma götürüyorlar, olabildiğince önemlidirler. Meselem akik, gül, arı değil, ben Rabbimi anlamaya çalışıyorum. O, kendini "leriyle tanıttı, ben de Onu eserleriyle anlatıyorum.

Gül bir nebî değil, ama Rabbimden haber veriyor. Kitabımın âyetleri gibi Onu tanıtıyor, hâl diliyle sessiz sözler söylüyor. Ben kulum, kula yakışanı yapma çabasındayım. Akik, gül, arı, hepsi birer ayna, gösterdikleri mânâ olmasa ne önemleri var. Ben fâni aynaları değil, onun içindeki bâkiyi gösteriyorum.


Ben, mânâ arısıyım. Varlıktan varlığa uçar, bal özü toplarım. Işıl ışıl yıldızları, dalga dalga denizleri, dumanlı dağları, esen rüzgârları, yağan yağmurları, gülümseyen çiçekleri harman eder, gönül dünyamda "iman" balları yaparım. Bülbül olur "marifet"iklimine uçarım, Yûnus olur "muhabbet" denizine dalarım. Yerdeyim, gökteyim, denizdeyim, dağdayım; kâinat bahçemdir benim, gönlümce gezerim. Bazen cihan dar gelir, Rabbimin sonsuz isimler ve sıfatlar âlemine doğru kanatlanırım.

Sonsuza yürümekten yorulan ve beni bugüne çağıranlara şunu derim: "Güncel"in sığ sularında mı boğulayım? Bu gün var yarın yoklarla mı oyalanayım? Dalga uğruna denizden mi vazgeçeyim? Elması bırakayım da, "cam" için can mı vereyim? Altın için bile olsa elması terkedene akıllı denilir mi?


Benden, yere mıhlanmamı istiyorsunuz, farkında mısınız, siz benden "beni" istiyorsunuz. Elimde olmayanı nasıl veririm? Ben, kendimin değilim, Onunum. Onsuz hayat, yaşanmamıştır. Gafletle geçen zaman ömür değildir.


Anlayın artık, sizinle olamam. Bedenimi verdim, ruhumu da veremem. Hayır! Ben ebediyet yolcusuyum. Yolcu yoluna gitmeli!

Ömer Sevinçgül

Hep "O" nunla kalin...!