16 Eylül 2012 Pazar

Lafza-i Celal (Allah) Zikri, Gizli Zikir, Kalp Zikri




-i Celal (Allah) Zikri, Gizli Zikir, Kalp Zikri
Diğer bütün isimler, Allah (c.c.) isminin adeta sıfatı durumundadırlar. Allah (c.c.) lafzı, bütün güzel isimlerin anlamını kendisinde toplamıştır. Bir insan Allah (c.c.) demeye başladığında ayrıca Allah’ın (c.c.) bütün güzel isimlerini de zikrediyor sayılır. Bundan dolayı tarikatların hemen hepsi zikirde Allah (c.c.) kelimesini temel almışlardır. Bu nedenle zikirlerin en güzeli “Allah” lafzı ile yapılır.

İslam bilginlerin çoğuna göre Allah (c.c.) kelimesi herhangi bir kökten türememiştir. Her ne kadar bazı İslam bilginleri Allah (c.c.) lafzının çeşitli kelime köklerinden türediğini iddia etse de yaygın kanaat bunun kök halinde bulunan bir kelime olduğudur.


İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s), Allah (c.c.) lafzının Arapça elif, şeddeli lam ve he seslerinden oluştuğunu belirtmektedir. Kelimenin kökünün bir zamir olan ve “O” anlamına gelen “He (hüve)” olduğunu söylemektedir. Baştaki elif ve şeddeli lamın ise nekre (belirsiz) olan isimleri marife (belirli) yapan takılar olduğunu ifade etmektedir. Belirli yapıda olan bir zamirin başına belirsiz isimleri belirli yapan böyle iki tane ekin gelmesinin bir işlevi olduğunu iddia etmektedir: Ona göre bunlarla Allah (c.c.) kelimesinin ifade ettiği anlamın bilinemeyeceği, kavranamayacağı, anlaşılamayacağı vurgulanmak istenmektedir. Allah’ın zatını Allah’tan başka kimse bilemez.


Allah (c.c.) kelimesinin lafız (harf, ses) yönü hadistir, yani ezeli olmayıp sonradan ortaya çıkmıştır. Ama Allah (c.c.) kelimesinin anlamı ezeli ve ebedi olan Allah’a (c.c.) aittir. Bu kelimenin zikrinden de amaçlanan şey ezeli ve ebedi olan Allah’ın (c.c.) rızasıdır. Allah (c.c.) bu büyük isminin zikrine rızasını saklamıştır. İnsan Allah’ın (c.c.) bu güzel ismini zikrederken Allah’ın (c.c.) zatını zikretmiş olur. Çünkü sadece Allah (c.c.) güzel ismi yüce Allah’ın (c.c.) zatına işaret etmektedir. Allah’ın (c.c.) diğer güzel isimlerini zikirle ancak sıfatlarını tanıyabiliriz. Sıfat tecellisine ulaşabiliriz. Allah (c.c.) lafzını zikir ise en büyük tanımayı, zat tecellisini sağlar. Tasavvufta en ileri makamlar ancak zat tecellisi ile mümkün olur.


Türkçe’deki “tanrı” sözcüğü, Arapça’da “ilah” anlamına gelir. Tanrı, Allah (c.c.) özel ismin yerini tam olarak tutamaz. Çünkü Kuran-ı Kerim’de Allah (c.c.) zatını bu isimle adlandırmıştır. Özel isimler bilindiği üzere yabancı bir dile çevrilemezler.


İslamiyet’ten önce Araplar putlarına ve insanlara Allah (c.c.) ismini takmazlardı. Allah (c.c.), o zaman da sadece O’na has bir isimdi.


Kuran-ı Kerim’de Allah (c.c.) Kendi zatını en çok “Allah (c.c.)” kelimesi ile anmıştır. Bu kelime kutsal kitabımızda 2697 yerde geçmektedir.


Allah lafzı gizli olarak da açık olarak da zikredilebilir. Ama Nakşibendiyye tarikatında bu kelime sadece gizli olarak zikredilir.


Gizli zikir, açık (cehri) zikre göre üstündür. Nasıl bir insan dudakları kıpırdayarak veya sesli olarak birkaç sayfa kitap okuduktan sonra yorulursa açık zikir sahipleri de böyledir. Zikirleri o kadar uzun sürmez. Bir de zikirden sonra yorgunluk duyarlar. Oysa gizli zikir hem uzun sürer hem de yorgunluk vermez. Bir insan gizli zikirle tüm saatlerini geçirse de bir yorgunluk duymaz. Çünkü bu zikir sırasında dil ve ağız içerisindeki organlar hareket etmedikleri için insan yorulmaz. Yine benzetmemize devam edelim: Gözleri ile kitap okuyanlar daha verimli bir okuma gerçekleştirirler. Okuduklarını daha iyi anlarlar. Çünkü göz ile zihin arasına başka bir organ veya konu ile ilgisiz düşünceler girmez. Zihin dağılmadığı ve okuma süratinde işlediği için okudukları üzerinde dikkatini daha çok teksif eder. Aynen bunun gibi gizli zikir açık zikre göre daha bir etkilidir. Zira zikirde aslolan şey daha güzel gerçekleşir. Lafza-i Celal yani Allah kelimesini zikirde amaç bunun sesini ruhunda ve letaiflerinde duymaktır. Bu zikir ne kadar hızlı ve süratli çekilirse o kadar da verimli olur. Yavaş çekildiğinde istenen neticelere ulaşılmaz.


Bazı sofiler Lafza-i Celal zikrini ben yavaş çektiğimde daha çok zevk alıyorum, derler. Hâlbuki kendi kendilerini kandırıyorlardır. Zevk aldıkları şey, Lafza-i Celal zikri değil daldıkları düşüncelerdir. Lafza-i Celali çekerken Allah’ın zatını zikretmenin bilinci ile hareket ederek bundan başka hiçbir şey düşünmemeli, sadece tespihin sesi ile içeriden yükselen Allah sesini kalple, ruhla, letaiflerle duymaya, dinlemeye çalışmalıdır. Bundan başka her yüz tespihten sonra da kendi duyacağı bir alçak sesle söyle demelidir: ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allahım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’


Sofiler zamanla Lafza-i Celal zikrini çekerken dinlemeyi öğrenmekle kalmaz bundan sonsuz bir zevk de duyarlar. Yaşadıkları çeşitli haller de bu zevkin küçük hediyeleri olur.


Bazı sofiler kitaplardan okudukları birtakım halleri yaşamak isterler. Allah (c.c.) rızasını pek gözetmezler. O zaman kalp rotadan çıkabilir. Öyle durumlarda hemen ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allahım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’ demelidirler, kalplerini rotaya sokup nefislerine gereken dersi vermelidirler. Bu yolda hal değil Allah’ın (c.c.) rızası önemlidir. Allah’ın rızası da ancak ahrette bilinir. Hal sahibi olmak Allah’ın rızasına ermek demek değildir. Allah (c.c.) hal ile de mekir (hile) yapabilir. Kişi tek ölçü olarak Allah’ın (c.c.) kitabını ve peygamberin (s.a.s) sünnetini görmelidir. Bunlara değer vermelidir. Bunların yanında hallere hiçbir kıymet vermemelidir.


Zikir ve vird bir takım dünyevi ve uhrevi maksatları gerçekleştirmek veya sevap kazanmak için değil Allah (c.c.) rızasını tahsil için yapılır. Zaten O’nun rızası kazanıldığı zaman insanın sevaba da ihtiyacı yoktur.


Sofi yaşadığı her hali şeyhine veya vekiline mutlaka söylemelidir. Yoksa vebal altına girer. Dahası nefsin ve şeytanın hilelerine kapılabilir. Zira hallerin bir kısmı şeytani bir kısmı da Rahmani’dir. Bunları sofinin kendi başına birbirinden ayırması imkânsızdır. Onun için bu yola yani zikir yoluna girenlerin mutlaka bir şeyhe ihtiyaçları vardır. Bu manada şöyle bir kelam-ı kibar pek şöhret kazanmıştır: ‘Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.’ Yalnız zikir yoluna girmeyen Müslümanlar için bu söz varit değildir. Onları bu sözle itham etmek doğru değildir.

Kalp saniyede halden hale girer. Değişkendir. Onu bir noktada tutmak zordur. Hele zikir sırasında bu daha çok olur. Nefis ve şeytan vesveseleri ile kalbi bulandırırlar, zikri dünyevi bir amaç haline dönüştürebilirler. O yüzden Nakşibendîler, Lafza-i Celal zikrini her tespih devredişinde (100 adetten sonra) ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allahım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’ demektedirler. Böylece sapmış, sapacak, dönek, renkten renge giren, girecek olan kalbe rotasını gösterirler. Kalp bu rotadan saptı mı zikir yarar değil insana zarar vermeye başlar.
Bu zikri yeni alan sofiler önce gizli zikirden haz almazlar. Sıkılırlar. Kıymetini de hiç bilmezler. Gafletle çekerler. Böyle de olsa zikri hiçbir zaman bırakmamalıdırlar. Bu çeşit zikrin de yararı vardır. Hiç çekmemekten iyidir. Biraz sabırla ve gayretle hareket ederlerse ileriki zamanlarda tespihin sesi ile birlikte içlerinden yükselen Allah sesini dinlemeye başlarlar. İşte bu zikirde tek amaç da budur. Tabii bu dinleme olayı da ruh kulağı ile olmalıdır. Yani bu zikirde ruhun ağzı ile söylenen sözü ruhun kulağı ile dinlemek temel amaçtır. Başka şeyler düşünmek doğru değildir. Bunlar tefekkür grubuna girse de doğru değildir. Zira gizli zikrin faziletini yok ederler. Yalnız Allah’ın (c.c.) zatının huzurunda olduğu bilinciyle hareket etmelidir. Tespihin kalp üzerinde tutulmasının amacı da budur. Yani bu sesi, Allah kelimesini kalbe duyurmak amacı ile böyle yapılır. Bir süre sonra, tabii bu bazılarında olur bazılarında olmaz, kalbin üzerinin oynadığı, kalp gibi attığı görülür. Bu somut bir harekettir. Elbiseyi de oynatacak kadar güçlü olabilir. Buna veled-i kalp denir.

Veledi kalp (Kalbin çocuğu), zikrin neticesi olarak kalp gibi atar durur.


Sofi letaif zikrine geçtiğinde bu sefer tespihleri letaif noktaları üzerinde tutar. Oralarda belli sayıdaki zikri yapar. Burada da amaç Allah lafzını ruhun organları olarak değerlendirebileceğimiz letaiflerin duymasını ve bu zikre iştirak etmesini sağlamaktır. Bunun sonucu olarak sultani zikre ulaşılır.


Sultani zikir, bütün bedenin zikre geçmesidir. Her hücre adeta titreşimdeki cep telefonu gibidir, akıl almaz bir hızla zikre geçer. İnsana büyük bir hoşluk verir. Sofi bu aşamaya ulaştığında zikirden büyük bir zevk alır. Artık vücudu maddenin yapı taşından ta galaksiler kadar her şeyin zikir halinde olduğu bu âleme intibak etmiş olur. O da evren korosuna kendince katılır.


Belli sayıdaki zikre virt denir. Virt şeyhten veya vekilinden alınır. Şeyhin veya vekilinin izni olmaksızın kendi başına ne artırılır ne de azaltılır. Ama virtten amaç, sürekli zikre geçmektir. Sürekli zikir için sofi ne şeyhten ne de vekilinden izin almak mecburiyetinde değildir. Sürekli zikir her halde, her durumda, her zamanda, her mekânda sayıya vurmadan Allah’ı zikretmektir. Bu sırada Allah lafzı da başka zikirler de çekilebilir. Ama sürekli zikri yapan kişiler virdi kesinlikle ihmal etmemelidirler. Vird her saniye zikir halinde olsak da yapılması gereken bir ev ödevi gibidir. Sofiler genellikle virtle sürekli zikri birbirine karıştırırlar, büyük bir taassupla bunun virdi kendi kendine artırmak anlamına geldiğini, bu nedenle doğru olmadığını düşünürler. Hâlbuki sürekli zikir Allah’ın emridir. Allahın emri ve peygamberin sünneti olan hususlarda şeyhten veya vekilinden izin almaya gerek yoktur. “Ey iman edenler, Allah’ı çok zikredin (Ahzab suresi, ayet 41).” Maalesef bu durum pek çok sofi için bir handikap olur. İleri hallere bir türlü geçemezler. Zira yalnız virt ile yetinen, sürekli zikre geçmeyen sofi pek yol alamaz. Olduğu yerde sayar durur.


Sürekli zikir için vakit ayırmaya gerek yoktur. İnsan işine giderken, işini yaparken de yapabilir. Bunun için küçük bir el tespihini yanımızdan eksik etmemek gerekir. Tespih insana daima zikri hatırlatır. İnsan tespih elinde iken daima zikretme gereği duyar. Her boş vakti bu zikirle değerlendiren sofi ileri halleri yaşamaya başlar.


Zikir çekerken telebbüsü rabıtaya (şeyhin kılığına girme, vücuduna şeyhi ikame etme) önem verilmesi gerektiğini de hatırlatalım. Ayrıca her işin başında ve sonunda rabıtalı olmak çok yararlıdır.


Nakşibendiyye tarikatından olan sofilerden bazıları bizim yolumuzda zikir gizli yapılır diyerek Allah lafzı dışındaki zikirleri de ya gizli çekerler ya da hiç çekmezler. Hâlbuki gizli zikir sadece Allah lafzı için geçerlidir. Diğer zikirlerdeki gizlilik derecesi ise kişinin kendi duyabileceği ses ayarındadır.


Lafza-i Celal zikrinde amaç ruhu tüm letaifleri ile Allah’a ulaştırmaktır. Yani bu zikir ruhu güçlendirir. En önemlisi de ruhun manevi organları durumunda olan letaiflerin (kalp, ruh, sır, hafi, ahfa) zikirle tasfiye edilip yani günah kirlerinden arındırılıp güçlenip enerjilerini alarak Allah’tan gelen bir cezbe ile asıl yerleri olan emir âlemine (Allah indindeki yerlerine) ulaşmalarını sağlamaktır. Letaiflerin her biri kendi asıl memleketleri olan emir âlemine ulaşınca farklı bir renkteki nurla vücut âleminde görünür. Sofi gözlerini yumup zikre daldığında bu nurları farklı renkte algılar (kırmızı, sarı, beyaz, yeşil, siyah …). Nurlar yavaş yavaş kendilerini belli ederler. Zikir arttığında hepsi iç içe girerek değişik tonları da doğurur. Akıl almaz bir hızla helezonik olarak dönmeye, bazıları azalmaya, bazıları çoğalmaya başlarlar. Çok hoş bir renk cümbüşü olurlar. Hayranlıkla seyredilir. Sonunda tek bir renk hâkim olur.


Sofi bunlardan sonra bazen renksiz halde bulunan gerçek nuru da görebilir.


Lafza-i Celal zikrinin amacı ruhu tasfiye edip güçlendirerek letaiflerle birlikte Allah’a (c.c.) ulaştırmaktı. Kelime-i tevhit ve nefy ü ispat zikrinin amacı ise nefsin belini kırmaktır. Nefsi zayıflatmaktır. Onun için letaif derslerinden sonra onlar gelir. Nefis, kelime-i tevhit ve nefy ü ispat kazmalarıyla deşilmedikçe ruh ve letaifler emir âlemine yükselemezler. Kelime-i tevhit ve nefy ü ispat zikrini çekerken vahdaniyet murakabesinde olmak bu zikrin daha feyizli ve bereketli geçmesini sağlar.


Bunlardan sonra murakabe dersleri başlar.


Murakabe dersleri ise amaca kilitlenmek gibidir. Murakabe derslerinde nefis adeta yağ gibi erimeye başlar. Daha önce rabıta ve zikirle Allah’a doğru yürüyen ruh, murakabe derslerinde adeta koşar.

Murakabe dersleri Allah’ın er-Rakîbu (gözetleyen) güzel ismine dayanır.

Allah (c.c.) canlı ve cansız varlıkları yarattıktan sonra bir kenara çekilmemiştir. O her yarattığı varlığı kendisine özgü olan sonsuz güç ve kudretiyle gözetlemektedir. İnsanın sınırsız ihtiyaçları için çeşitli çare yollarını yaratan O’dur. Ta doğumundan itibaren insanı annesinden ve babasından daha sıkı bir biçimde gözetlemiştir. Bu nedenle anne ve babasını kendisine bakması için gerekli içgüdüsel donanımla O yaratmıştır. Yeryüzü canlı ve cansız varlıkları ile onun yaşamsal ihtiyaçları için gerekli bütün şeyleri karşılamakta yada bir hizmetçi gibi iş görmektedir.


Allah (c.c.) er-Rakîb (c.c.) güzel ismiyle bütün varlıklar üzerinde onları sürekli bir biçimde gözetlemektedir. Hiçbir kimse bir saniye de olsa bu denetlemeden uzak olamaz. Allah (c.c.) kulun kalbinin derinliklerinde bulunan duyguların yanında bilincinde ve bilinçaltında bulunan bütün düşüncelerini de her an kontrol etmektedir, hiç kimse bu gözetlemenin ötesine geçememektedir.


Sofi murakabeden her zaman hissesini almalıdır. Yeni, eski tüm sofiler akıllarına geldikçe telebbüsü rabıta ile murakabe haline girmeleri onlara büyük yararlar sağlar.


Er-Rakîb güzel isim ile kula düşen ilk görev, her yaptığı işin, söylediği sözün Allah (c.c.) tarafından gözetlendiğinin ve bilindiğinin bilincinde olmaktır. Buna murakabe dendiğini belirttik. Murakabeye zikirle ve rabıtayla ulaşılabilir. Murakabe insanı olgunlaştırıp Allah’a (c.c.) yaklaştırır. Namazdaki huzur hali de bir çeşit murakabedir. Pek çok tarikat, müridi eğitmek, velilik yolunda yetiştirmek için murakabe dersleri vermiştir. Müridin her an Allah (c.c.) tarafından gözetlendiği bilincini taşıması onun manevi dünyasında önemli bir dereceye ulaştığının göstergesidir.


Allah hepimize her daim zikrini, murakabesini ve bunların tabii sonucu rızasını nasip eylesin. Amin.



Muhsin İyi 
http://www.kevserforum.com

Ben de özledim seni....



BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM.
Esselatü vesselamü aleyke ya RASULALLAH
Esselatü vesselamü aleyke ya HABİBALLAH
Esselatü vesselamü aleyke ya Seyyidel evveline vel'ahirin,Veselamün alel mürselin.



Rahman'ın günahkar,aciz,gafil,gözü yaşlı kulundan mektup.



Usame seferden döndü,zafer müjdesiyle kavuşacaktı sana. Abi bin Ebu Talib'in dizine başını dayamıştın. Ölüm bile sana o kadar yakışmıştı ki, VUSLAT seninle güzel oldu. Kusva gözyaşlarıyla inlemekteydi. Hz. Ebu Bekir(ra.)geldi seni öptü öptü öptü....



Sana mektup yazmak ha!..Sana seslenebilmek, Sana hasret çekemeden, Sana layıkıyla ümmet olamadan Günahlarımla seni üzerek,Yaratılan her zerrenin senin aşkınla yandığını idrak edemeden,utanmadan sıkılmadan sana mektup yazmak ha!...
Affet YA RASULLALLAH(sav). Affet sultanım. Cüretimi bağışla.
Bir gün seni özlemiş,sana olan hasretiyle yanmış tutuşmuş bir güzel kul tanıdım,yemek ikram etmişlerdi ona.Rabbim'in nimetlerine hamdederek başladı.Yüzündeki o parlaklık ne güzeldi.
Ama gözlerinin altındaki kızarıklık,alnındaki kıvrımlar, sakalındaki bembeyaz kıllar,şakaklarına yağan karlar bir şeyler haykırıyordu YA RASULLALLAH.



Ümmetinden bir kul,Rahmanın güzel bir kulu.Gülüyordu çehresi, Nur saçıyordu. Yemek yiyorduk hep beraber,çok lezzetliydi.Dudaklarında daima bir kıpırdanma vardı, yemek yerken zorlanıyor zor yutkunuyordu,dertli kul.Yüzüne her bakışımda gözlerinin daima artan ışıltısı dikkatimi çekti.Ve birden ak düşmüş sakallarına doğru iki damla gözyaşnı yolculuğa çıkardı.Ağlıyordu ihtiyar amca, gözyaşlarını saklama ihtiyacı hissediyordu.Ama gözleri coşmuştu bir kere, yemeği bırakıp yanına oturdum. Amca dedim:
-Rahatsız mısınız? Birşeyiniz mi var?
-Hayır evladım iyiyim sağol!dedi.
-Peki amca, niye ağlıyorsun?dedim.
-Peygamberimiz (sav)aklıma geldi birden. Onu düşündüm ve ağlayıverdim kusura bakma.



Gözünün yaşını sildi,Elhamdülillah dedikten sonra çekildi sofradan. Kenarda bucakta bir yere oturdu, elinin tersiyle gözlerini siliyor ve cebindeki mendilini arıyordu. Ben de kalktım sofradan yeni demlenmiş çaydan getirdim ihtiyar amcama.Çayı karıştırırken elleri titriyor ve dudakları büzülüyordu.Mendiliyle tekrar sildi gözlerini.Çayını içti ve Rabbim'in selamı ile müsaade isteyerek ayrıldı yanımızdan.
Düşünce idrakini yitirmiş bir hal içinde düşünüyordum. Adamcağız yemek yerken seni anıyor ve ağlıyordu YA RASULLALLAH(sav). Sana yakın olmanın verdiği coşkuydu gözyaşları.



Senin ümmetinden bir kul.Nasıl oluyorda seni görmeden, kokunu almadan,mübarek ellerini öpmeden sanki yanıbaşındaymışın gibi seninle yaşıyor. Ben de anlamalıydım,çözmeliydim bu sırrı....
Seni YA RASULLALLAH(sav) evet seni tanımam,bilmem gerekiyordu. Ashab!ı Kiram efendilerimizin hayatından başladım işe. Onların hayatlarını okuyarak sana ulaşmalıydım YA RASULLALLAH (sav), okudum. Ebu Bekir Sıddık ,Ali bin Ebu Talip,Hz. Ömer Hz. Osman,Hz. Talha,Hz. Bilal,Sad bin Ebi Vakkas,Hz. Hamza,Abdullah bin Revaha,Ebu Hureyre,Muaz bin Cebel...
Hepsini okudum YA RASULLALLAH(sav).
Şimdi seni okuyorum. Halık'ı zül celal Rabbim'in sevgilisi,biricik kulu.Senin nurunun hürmetine varolan ben seni arıyorum Ya RASULLALLAH(sav). Ömrümün sonuna kadar her nerede ve ne zaman olursa olsun seni hakkıyla tanıyamayacağımı biliyorum.Ben senin deven Kusva'ya aşık oldum efendim.Dayandığın hurma kütüğünün yerinde olabilmek için bin canım olsun feda ederdim.Yeter ki inleyeyim,sen beni okşarsın susarım. Yanımdan ayrılırsan tekrar inlerim YA RASULLALLAH(sav).



Ebu Hureyre(ra) sıcak bir günün öyle vaktinde evinden çıkıp mescide gelmişti. Sende oradaydın YA RASULLALLAH(sav) Açlıktan evinde duramayıp mescidine sana koşmuşlardı. Sen de aç idin. Günlerdir bir şey yememiş açlıktan zayıf düşmüştünüz. Hendek günü karnına iki taş bağlayan da sendin YA RASULLALLAH(sav). Bir deri parçasını temizleyip kızarttıktan sonra açlığını dindiren Sad bin Ebi Vakkas (ra) değilmiydi EFENDİM.Bir hurma tanesini annesine saklayan Ebu Hureyre değil miydi?Bir avuç arpa ekmeğiyle yetinen HABİBULLAH sendin efendim..



Ya ben midemin doluluğunun sarhoşluğuyla seni unutan ben değil miyim. Abdullah bin Revaha (ra) gibi elimdeki kemik parçasını fırlatıp ''ben hala bu dünyada yaşıyor muyum?''diyebilirmiyim?Senin ölümünle Hz.Bilal(ra) susmuştu.Bir daha ezan okumayacaktı.Kızgın çölde kayaların altında inlerken EHAD,EHAD diyerek senin nurunu görmüyor muydu YA RASULLALLAH(sav).



Sana nasıl kavuşacağız bilemiyorum.Günahlarımın derdiyle,hasretinin yangınıyla,Aşkının ateşiyle,sana ümmet olmanın sevinciyle arz ediyorum halimi. Sana gelmek var ölmeden önce, Şehrinde narına yanıp kül olmak var.Sana geldikten sonra bir daha dönmemek olsa (inşallah) yanında kalsam,ayak bastığın yerlere gömülsem. Kıyamete kadar yanında olsam.Toprağın altında dahi alırım kokunu YA RASULLALLAH(sav).


VE ÖLÜM...

Nikah saati :RABBİME ve SANA yolculuk.Tahta arabanın içinde keyifli seyahat....
Ölmeyi bilene kutlu olsun. EY DÜNYA!...
Anlat şimdi ayrılık acısını,Peygamber sana veda ederken çektiğin acıyı anlat.Bağır, durma, Haykır: VAĞLEMU ENNE FİKUM RASULLALLAH de...
O'nun vefat ettiği gün.Söyle ey dünya ne haldeydin.Her zerre O'nun ölümüyle yok olmak isterken sen nasıl raksettin.Yine sabahları güneşi davettin.Karanlığı nasıl kovdun.Söyleeeee...



Her gün raksedip dönmektesin değil mi ey dünya. Kainatta yalnız sen ONA kucak açtın,bu mutluluk senin değil mi. Güneş bile kıskanır seni ALLAH'ın Habibi yaşadı üzerinde. Ne kadar bahtiyardın o devirde varlığının şükrünü eda ediyordun. Denizlerin bir ayrı güzeldi O varken. Suların daha bir tatlıydı. Ağaçlar,dağlar ,ovalar,bitkiler, kuşlar ve sen ey dünya ne kadar mutluydunuz.
Ama o gün:RABBİM (c.c.) çağırıyordu Habib'ini.
Rabbim'in emriyle Cebrail yanına geldi YA RASULLALLAH(sav),Azrail (a.s.) kapıda senden izin bekliyordu. Kisra nın sarayını aydınlatan nurunla gelecektin.
Sessizlik acımasız ve dert yüklüydü,
Aniden peygamberin dudakları kıpırdadı,
YÜCE DOSTA ,REFİK'İ ALA'YA
PEYGAMBER vefat etti.



Usame seferden döndü,zafer müjdesiyle kavuşacaktı sana. Abi bin Ebu Talib'in dizine başını dayamıştın. Ölüm bile sana o kadar yakışmıştı ki, VUSLAT seninle güzel oldu. Kusva gözyaşlarıyla inlemekteydi. Hz. Ebu Bekir(ra.)geldi seni öptü öptü öptü....
Yokluğun acısıyla yanan gönüller, kardeşlerin, Seni çok özlediler Ya Rasullallah(sav)
Ben de özledim seni....



23 Haziran 2012 Cumartesi

Ben de özledim seni....

 
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM.
Esselatü vesselamü aleyke ya RASULALLAH
Esselatü vesselamü aleyke ya HABİBALLAH
Esselatü vesselamü aleyke ya Seyyidel evveline vel'ahirin,Veselamün alel mürselin.



Rahman'ın günahkar,aciz,gafil,gözü yaşlı kulundan mektup.



Usame seferden döndü,zafer müjdesiyle kavuşacaktı sana. Abi bin Ebu Talib'in dizine başını dayamıştın. Ölüm bile sana o kadar yakışmıştı ki, VUSLAT seninle güzel oldu. Kusva gözyaşlarıyla inlemekteydi. Hz. Ebu Bekir(ra.)geldi seni öptü öptü öptü....



Sana mektup yazmak ha!..Sana seslenebilmek, Sana hasret çekemeden, Sana layıkıyla ümmet olamadan Günahlarımla seni üzerek,Yaratılan her zerrenin senin aşkınla yandığını idrak edemeden,utanmadan sıkılmadan sana mektup yazmak ha!...
Affet YA RASULLALLAH(sav). Affet sultanım. Cüretimi bağışla.
Bir gün seni özlemiş,sana olan hasretiyle yanmış tutuşmuş bir güzel kul tanıdım,yemek ikram etmişlerdi ona.Rabbim'in nimetlerine hamdederek başladı.Yüzündeki o parlaklık ne güzeldi.
Ama gözlerinin altındaki kızarıklık,alnındaki kıvrımlar, sakalındaki bembeyaz kıllar,şakaklarına yağan karlar bir şeyler haykırıyordu YA RASULLALLAH.



Ümmetinden bir kul,Rahmanın güzel bir kulu.Gülüyordu çehresi, Nur saçıyordu. Yemek yiyorduk hep beraber,çok lezzetliydi.Dudaklarında daima bir kıpırdanma vardı, yemek yerken zorlanıyor zor yutkunuyordu,dertli kul.Yüzüne her bakışımda gözlerinin daima artan ışıltısı dikkatimi çekti.Ve birden ak düşmüş sakallarına doğru iki damla gözyaşnı yolculuğa çıkardı.Ağlıyordu ihtiyar amca, gözyaşlarını saklama ihtiyacı hissediyordu.Ama gözleri coşmuştu bir kere, yemeği bırakıp yanına oturdum. Amca dedim:
-Rahatsız mısınız? Birşeyiniz mi var?
-Hayır evladım iyiyim sağol!dedi.
-Peki amca, niye ağlıyorsun?dedim.
-Peygamberimiz (sav)aklıma geldi birden. Onu düşündüm ve ağlayıverdim kusura bakma.



Gözünün yaşını sildi,Elhamdülillah dedikten sonra çekildi sofradan. Kenarda bucakta bir yere oturdu, elinin tersiyle gözlerini siliyor ve cebindeki mendilini arıyordu. Ben de kalktım sofradan yeni demlenmiş çaydan getirdim ihtiyar amcama.Çayı karıştırırken elleri titriyor ve dudakları büzülüyordu.Mendiliyle tekrar sildi gözlerini.Çayını içti ve Rabbim'in selamı ile müsaade isteyerek ayrıldı yanımızdan.
Düşünce idrakini yitirmiş bir hal içinde düşünüyordum. Adamcağız yemek yerken seni anıyor ve ağlıyordu YA RASULLALLAH(sav). Sana yakın olmanın verdiği coşkuydu gözyaşları.



Senin ümmetinden bir kul.Nasıl oluyorda seni görmeden, kokunu almadan,mübarek ellerini öpmeden sanki yanıbaşındaymışın gibi seninle yaşıyor. Ben de anlamalıydım,çözmeliydim bu sırrı....
Seni YA RASULLALLAH(sav) evet seni tanımam,bilmem gerekiyordu. Ashab!ı Kiram efendilerimizin hayatından başladım işe. Onların hayatlarını okuyarak sana ulaşmalıydım YA RASULLALLAH (sav), okudum. Ebu Bekir Sıddık ,Ali bin Ebu Talip,Hz. Ömer Hz. Osman,Hz. Talha,Hz. Bilal,Sad bin Ebi Vakkas,Hz. Hamza,Abdullah bin Revaha,Ebu Hureyre,Muaz bin Cebel...
Hepsini okudum YA RASULLALLAH(sav).
Şimdi seni okuyorum. Halık'ı zül celal Rabbim'in sevgilisi,biricik kulu.Senin nurunun hürmetine varolan ben seni arıyorum Ya RASULLALLAH(sav). Ömrümün sonuna kadar her nerede ve ne zaman olursa olsun seni hakkıyla tanıyamayacağımı biliyorum.Ben senin deven Kusva'ya aşık oldum efendim.Dayandığın hurma kütüğünün yerinde olabilmek için bin canım olsun feda ederdim.Yeter ki inleyeyim,sen beni okşarsın susarım. Yanımdan ayrılırsan tekrar inlerim YA RASULLALLAH(sav).



Ebu Hureyre(ra) sıcak bir günün öyle vaktinde evinden çıkıp mescide gelmişti. Sende oradaydın YA RASULLALLAH(sav) Açlıktan evinde duramayıp mescidine sana koşmuşlardı. Sen de aç idin. Günlerdir bir şey yememiş açlıktan zayıf düşmüştünüz. Hendek günü karnına iki taş bağlayan da sendin YA RASULLALLAH(sav). Bir deri parçasını temizleyip kızarttıktan sonra açlığını dindiren Sad bin Ebi Vakkas (ra) değilmiydi EFENDİM.Bir hurma tanesini annesine saklayan Ebu Hureyre değil miydi?Bir avuç arpa ekmeğiyle yetinen HABİBULLAH sendin efendim..



Ya ben midemin doluluğunun sarhoşluğuyla seni unutan ben değil miyim. Abdullah bin Revaha (ra) gibi elimdeki kemik parçasını fırlatıp ''ben hala bu dünyada yaşıyor muyum?''diyebilirmiyim?Senin ölümünle Hz.Bilal(ra) susmuştu.Bir daha ezan okumayacaktı.Kızgın çölde kayaların altında inlerken EHAD,EHAD diyerek senin nurunu görmüyor muydu YA RASULLALLAH(sav).



Sana nasıl kavuşacağız bilemiyorum.Günahlarımın derdiyle,hasretinin yangınıyla,Aşkının ateşiyle,sana ümmet olmanın sevinciyle arz ediyorum halimi. Sana gelmek var ölmeden önce, Şehrinde narına yanıp kül olmak var.Sana geldikten sonra bir daha dönmemek olsa (inşallah) yanında kalsam,ayak bastığın yerlere gömülsem. Kıyamete kadar yanında olsam.Toprağın altında dahi alırım kokunu YA RASULLALLAH(sav).


VE ÖLÜM...

Nikah saati :RABBİME ve SANA yolculuk.Tahta arabanın içinde keyifli seyahat....
Ölmeyi bilene kutlu olsun. EY DÜNYA!...
Anlat şimdi ayrılık acısını,Peygamber sana veda ederken çektiğin acıyı anlat.Bağır, durma, Haykır: VAĞLEMU ENNE FİKUM RASULLALLAH de...
O'nun vefat ettiği gün.Söyle ey dünya ne haldeydin.Her zerre O'nun ölümüyle yok olmak isterken sen nasıl raksettin.Yine sabahları güneşi davettin.Karanlığı nasıl kovdun.Söyleeeee...



Her gün raksedip dönmektesin değil mi ey dünya. Kainatta yalnız sen ONA kucak açtın,bu mutluluk senin değil mi. Güneş bile kıskanır seni ALLAH'ın Habibi yaşadı üzerinde. Ne kadar bahtiyardın o devirde varlığının şükrünü eda ediyordun. Denizlerin bir ayrı güzeldi O varken. Suların daha bir tatlıydı. Ağaçlar,dağlar ,ovalar,bitkiler, kuşlar ve sen ey dünya ne kadar mutluydunuz.
Ama o gün:RABBİM (c.c.) çağırıyordu Habib'ini.
Rabbim'in emriyle Cebrail yanına geldi YA RASULLALLAH(sav),Azrail (a.s.) kapıda senden izin bekliyordu. Kisra nın sarayını aydınlatan nurunla gelecektin.
Sessizlik acımasız ve dert yüklüydü,
Aniden peygamberin dudakları kıpırdadı,
YÜCE DOSTA ,REFİK'İ ALA'YA
PEYGAMBER vefat etti.



Usame seferden döndü,zafer müjdesiyle kavuşacaktı sana. Abi bin Ebu Talib'in dizine başını dayamıştın. Ölüm bile sana o kadar yakışmıştı ki, VUSLAT seninle güzel oldu. Kusva gözyaşlarıyla inlemekteydi. Hz. Ebu Bekir(ra.)geldi seni öptü öptü öptü....
Yokluğun acısıyla yanan gönüller, kardeşlerin, Seni çok özlediler Ya Rasullallah(sav)
Ben de özledim seni....

 

1 Ocak 2012 Pazar

Hayatımızın Son Ucuna Baka Baka





"Elestü bi rabbiküm? Kâlû: Belâ..."dan maksadın ne olduğunu net olarak bilmiyoruz. Bu bir mukâvele midir? Mukâveleyse, soruya muhâtab olanlar, "evet" veya "hayır" demekte serbest midirler? Mukâveleye oturan "Benî Âdem zürriyeti" ruh muydu, daha başka bir şey miydi? Bu noktalar da sır.

Acaba bu mukâvele (sözleşme)den maksat, Âdemoğlunun ruhsal yapısında, Allah'ı (c.c) rabb olarak kabullenme, kabullendiği rabbi arama, arayıp bulduğu rabbe sığınma, O'nu dinleme, kendini O'na beğendirme, ne bekleyecekse O'ndan bekleme duygusunun varolduğunu bildirmek midir?

Muhtemelen bu tesbit doğru. İnsan bu dünyaya Allah'a inanma, O'nu sevme, sevdiğinin emrine girme, takdirini kazanma duygularıyla dolu olarak geliyor. "Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzerine doğuyor." Bu fıtratla hayâta gözlerini açan insan, dünya hayâtını üç değişik tarzda algılayabilir:

1- Dünya günlerini, Allah ve âhiret bağlantılarından koparak yaşama tarzı:

Bu algılayış tarzı, genellikle sonsuzluğu dışlayan çevrelerde yaşamış olmanın neticesidir. Bu anlayış tarzında hayat, beşik ve mezar ile sınırlandırılmış oluyor. "Hayat hayat içindir" gibi bir hükme varılıyor. Bu hüküm, Allah'ı ve âhireti devre dışı bıraktığından Allah'ı arama, O'nun emrine girme, ne beklenecekse ondan bekleme duygularıyla dolu olan, sonsuzluk arzusuyla yanıp-kavrulan ve buna göre programlanmış olan insan fıtratına zıt düşüyor. Ruh ve gönül hazlarını geri plâna itip, bedensel hazları, nefis ve gurûru, öne alıyor. Bu anlayış tarzı esas alındığında şehvet, şöhret, işret, gaye haline geliyor. Bunların gerçekleştirilebilmesi için de para gerekiyor. Bir ömür bu hedef ve vâsıtalar uğruna harcanıyor. Fıtrat bütünlüğüne ve dengelere riâyet edilmediğinden, rahmânî yön hesâba katılmadığından insan ikiye bölünmüş oluyor, sâdece bedeniyle yaşar hâle geliyor. Bir cephesi kesilip atılan insanın hayâtı, kanayan bir hayat oluyor. Mes'ûd olması için insanın her bir yönü, her bir duygusu ayrı ayrı tatmin edilmeliydi. Denge mutlaka tutturulmalıydı. Mâalesef böyle yapılmıyor bu anlayışta. Aç bırakılan duygular baygınlık geçirdiğinden fıtratın yarısı felçli hale geliyor. "Dünyacı değer yargılarını" tercih eden insan artık, midesi şişkin, şehvetini azgın, ihtirasları kabarmış, kaşları çatık, sinirleri gergin bir firavun rolünü oynuyor. Veyâhutta, kendini tamâmen salarak insan fıtratı içinde hayvana dönüşüyor. Mâalesef başka çaresi de kalmıyor. Gidilecek başka yolları da yok ki gitsin. Yolların başlangıcı çok geride kalmıştır. Ya tekrar başa dönerek doğru bir yol tercihi yapacak, yahut da fıtratını kanata kanata, kaygılarını birbirine ekleye ekleye, hayat ağacının tek meyvesini, yâni kendi cenâzesini seyrede seyrede kahrolup gidecektir.

Yanlış yaşanmış bir hayat insanı ancak bu neticelere getirir. Bu tarz hayat bir oyundur, bir oyalanmadır. Oyunda ve oyalanmada yorgunluk çok, netice yoktur. Yorgunluklarda, kaygılarla, acılarla dolu koca bir hayat iki meyve vermiştir: Cenâze ve de kefen.

Bu kurban, yanlış başlangıçların kurbanıdır.

Buyurun, namazı kılın.

2- Âhirete bağlantılı olarak algılanan bir dünya ve hayat tarzı:

Dünya ve hayâta bu anlayışla bakan kişi beşiği ve mezarı aşarak sonsuzluklara ulaşacaktır. Hayâtını iki sonsuzluk arasına gerilmiş bir yay gibi görecektir. Ona göre beşik başlangıç, mezar da sonuç değildir. Beşikten berisi de, mezardan ötesi de vardır. Elbette beriler ve öteler hesâba katılacaktır. Sonsuzluklar, rûhumuzdaki sonsuzluk arzûsuna cevâptır. Bizler sonu olmayan yolların yolcusuyuz.

Fıtrata paralel düşen bu anlayış, dünyâyı âhiretin tarlası olarak görüyor. Dünya, âhirete hazırlanma merhalesi oluyor bu anlayışa göre. Zâten genelde insanlar, bir önceki mekânda bir sonrası için bulunurlar. İlkokulda okur, ortaokula hazırlanır, orta okulda okur liseye hazırlanır v.b. Hazırlığın nasıl yapılacağını da dünyânın ve âhiretin yaratıcısı belirleyecektir.

Şu hâlde bizler, dünya tarlasında âhiret ambarlarını doldurmak için varız. Tarlalarda dikkât, çalışma ve terleme olacaktır. Ötelerde de huzur ve sükûn...

Allah rızâsını her an hesâb içinde tutan bu hayat tarzı, fıtratın yaşanması olduğundan bu taraf da, o taraf da cennete dönüşüyor. Cennetin birinde gözlerimizi yumunca öbüründe açıyoruz.

Meselenin bir de Allah'ın (c.c) rahmetine bakan yönü var:

Dünyada yaşadığımız sınırlı, sorumlu bir hayâtın neticesi, zaman ve mekân olarak sonsuz, her aradığımızı bulabildiğimiz bir cennet oluyor. Bu ne iştir? İfâ edilen vazife ile verilen ücret arasında orantı yok. Ücret hizmeti çok aşıyor. Sanki Cenâb-ı Hak, kulunun iyi niyetini ve gayretini gördükten sonra "bi gayr-i hisab" mükâfat veriyor. Rakamları kaldırıyor. İkrâmiye üzerine ikrâmiye veriyor. Biz kendimize göre kulluk yapıyoruz, O da kendine göre veriyor, vereceğini. Hazinelerinin sonu olmadığından sonsuzca veriyor. Veriyor da veriyor.

Bu Allah'ın (c.c) rahmetinden ve yüceliğindendir.

3- Hayâtımızı ve içinde yaşadığımız âlemleri Allah (c.c) ile bağlantılayarak algılama tarzı:

Allah ile bağlatıladığımızda, dünya ve bütün âlem karşımıza Allah'ın yazdığı bir kitap olarak çıkıyor. Tabi, biz mü'minler de o kitabın okuyucuları oluyoruz.

Nasıl ki güzel bir tablo, ressamının, güzel bir mîmârî eser, mimarının, güzel bir beste, bestekârının mahâretini gösteriyorsa, ince ayar yaratılmış âlem, bilhassa arzımız da yüce yaratanın ilmini, kudretini ve mahâretini gösteriyor. İlâhî isimlerin binlerce yansımalarıyla önümüzde açık bir kitap oluyor. Şimdi biz, hem Kur'an kitabından hem de arz ve semâ kitâbından "ol Kâdir-i külli şey'in tecellilerini" okuyoruz. Mest-ü hayranız, pür-heyecânız. Her bir satırda sıcak tesbitlere, câzip tasvirlere rastlıyoruz. Nice bin güzellik bizi secdelere, rahmânî aşklara çekiyor. Okuyoruz okuyoruz... Ne kitap bitiyor, ne okuma bitiyor. Hayat baştan sonra bir okuma devresine dönüşüyor. Dağlar koskoca bir kitap, ırmaklar bir uzun şiir, çeşmeler bir güzel beste oluyor.

Gerçekten okuyanlar dikkatlerini bir noktada toplayanlardır. Dikkatimizi toplayamadığımızda bakma gerçekleşir, okuma gerçekleşmez. Her göz görmeyebilir, her bakan okuyamayabilir. Bakılan şeyde ihtişamın olması yetmiyor, bakan gözde de ihtişam olacak.

Okumanın olduğu yerde dikkât vardır. Dikkatin olduğu yerde gaflet yoktur. Gaflet uydum kalabalığa mantığıdır. Kendini salıp akıntıyla sürüklenmektir. Gaflet sorumluluk şuûrunun ölümüdür, belâ-yı azimdir.

Okuma olayı imtihânla bağlantılıdır. Bizi imtihâna tabi tutan güç önce okumaya çağırıyor. Herkes dersini, vazifesini öğrensin ki, imtihânı kayeden başkalarını değil kendini suçlasın. Yaşayan bilerek yaşasın, helâk olan da bile bile helâk olsun. "Yapılması gerekenler belliydi amma yapmadım da helâk oldum" desin.

Dikkâtle okuyanların imtihânda zorlanmaycakları da malumdur.

Fıtrata saygılı sevimli dostlara, âhiret tarlalarının gayretli işçilerine, ilâhi tecellilerin sabırlı talebelerine binlerce selâm.

İdris Arpat

Allah'a kul köle olmak !..



Günümüze kadar yaşamış İslam büyükleri Allaha (cc) kul olmakta zirvelere çıkmışlar. Adeta köle olmuşlar. Geceleri gündüzleri hep ibadet ile, zikir ve tefekkür ile geçmiş.

Dünya işlerinde de hep
Allah rızası gözetilerek hareket edilmiş.

Bizler ise her geçen gün artan gerekli gereksiz meşgaleler ile neredeyse farz ibadetleri bile aksatacak durumlara düşebiliyoruz. Buna rağmen kendimizi en makbul kullar arasında görmekteyiz. Konuşmaya başladık mı bizi dinleyenler veli bir insan olduğumuzu düşünebiliyor. Halbuki yaşantımıza bakılsa pek te öyle olmadığı anlaşılır.


Allah
a (cc) kul köle olma noktasında ibretli birkaç hikaye..

Abdülkadir Geylani Hazretlerine birisi bir köle hediye ediyor ve şöyle diyor:


-"Efendi hazretleri, bu köleyi alınız, zatınıza hizmetçi olsun."


Abdülkadir Geylani Hazretleri köleyi alıyor, evine getiriyor ve köleye şunları söylüyor:


-"Evladım, bak, şu odalar yatma yeridir, şu elbiseler de giyilebilir. Yemek istiyorsan işte şurası kiler, şurası mutfak."


Bu tanıtımdan sonra tekrar soruyor:


-"Evlâdım, şimdi gördün bunları, söyle bakalım nerede yatmak istersin?"


Kölenin cevabı:


-"Siz nereyi münasip görürseniz efendim."


-"Peki hangi elbiseyi giymek istersin?"


-"Siz hangisini uygun görürseniz efendim."


-"Hangi yemeği seversin oğlum?"


-"Siz hangisini müsaade ederseniz efendim."


Köle böyle cevaplar verince, Abdülkadir Geylani Hazretleri çok duygulanır. Arkasını dönerek ve köleden biraz uzaklaşarak, bir köşede ağlamaya başlar.


Köle bu manzara karşısında tereddüt eder, üzülür, ne yapacağını şaşırır. Acaba hatalı bir cevap mı verdim? diye düşünmeye başlar.


akta olan Geylani Hazretlerinin yanına yaklaşır ve kısık bir sesle ve edep dolu bir edâ ile sorar:


-"Efendi Hazretleri, kusur ettiysem, çok özür dilerim, bir hata mı yaptım acaba?"

-"Yok evladım yok, sen hiç hata etmedin, tam isabet ettin."
-"O halde niçin ağlıyorsunuz efendim?" deyince:
-"Söylediklerini dinledim ve çok etkilendim"
-"Ben, yanlış bir şey mi söyledim yoksa?"

-"Yok yavrum yok, sen çok doğru söyledin. Keşke senin bana bu yaptığın itâat gibi, ben de Rabbime böyle bir itaatte, kullukta bulunsam da, ömrümde bir defa olsun Ya Rabbi, Senden hiçbir şey istemiyorum. Nereyi uygun bulursan orada yatarım, hangi elbiseyi münasip görürsen onu giyerim, hangi rızkı verirsen onu yerim ve kanaat ederim. Başka bir talebim yok Senden� diyebilseydim. Oysa ben O�nun kulu ve kölesi olduğum halde, Ondan c.c. her gün bir şeyler istiyorum. Bağışladığı bunca nimetlerle yetinmiyorum. Hep daha fazlasını istiyorum. Onun için ağlıyorum"


İşte sizlere kul olmanın, köle olmanın gerçek bir örneği.


Bizler de Yüce Rabbimizin kulu (kölesi) değil miyiz?

Bizim, O yüce Kudrete karşı davranışlarımız nasıl acaba?

Bizlere bağışladığı milyonlara nimetlere mukabil, Yâ Rabbi, senden daha başka bir şey istemiyorum. Keşke bu bağışladıklarının şükürlerini edâ edebilsem!... diyebiliyor muyuz?


Yavuz Sultan Selimi hatırlayalım. Mısır seferinden sonra, oradaki insanlar arasında, kulaklarına halkalar geçirilmiş kişileri göstererek:


-�..Bunların kulaklarında niçin halkalar var? diye sorar.


Kendisine rehberlik eden yerli zevât:


-�Yüce Padişahımız, onlar kölelerdir. Diğer halktan ayırt edilmesi için, burada kölelerin kulaklarına halka takılır.�


-Kim takıyor bunları? Tiz (derhal) onu bana çağırın!

Emir yerine getirilir. Bu işin uzmanı huzura çağırılır. Yavuz Selim emreder:

-O küpelerden benim kulağıma da takınız! Yerli zevâttan itirazlar başlar:

-Nasıl olur hünkârımız? Onlar köle, siz ise bizim sultanımızsınız!
Yavuz âdeta kükrer:

-Bre nâdanlar, ben de Sultanlar Sultanını olan Yüce
Allahın kölesiyim. Bunun böyle olduğu herkes tarafından biline! Derhal o halkayı takınız!

..Ve köle halkası Yavuzun kulağına da takılır.

Yavuz Sultan Selim�in resimlerinde gördüğünüz o küpe zannettiğimiz nesnenin hikâyesi işte böyledir..
İşte; �..hakiki zevk, elemsiz lezzet, imandadır ve iman hakikatlerinde bulunur. (Bediüzzaman.)� sözünün tecellilerinden birkaç örnek.

Allah
a kul köle olmanın zirvelerine ulaşan İbrahim Ethem Hz. nin dualarıyla konumuzu taçlandıralım:
İlahî! Sen fazl-u kerem ve izzet-ü ikram sahibisin; benim ise tek sermayem hatalarım ve günahlarım; ne olur bu kulunu affet!...

İsyankâr isem de, affına olan ümidim hiç sarsılmadı; diliyor ve dileniyorum; kapıkulunu umduklarına nâil et!...


İşte huzurundayım ve suçlarımı itiraf ediyorum; merhametinle muamelede bulun ve bu âciz bendenizi azaba dûçar kılma!...


Halk hep sâlih bir insan olduğumu düşünüyor; halbuki ben onların en kötüsüyüm; merhametine iltica ediyorum; beni bana bırakma!...


İlâhî! Asî kulun yine kapına geldi; dağlar azametindeki günahlarını ikrar edip, ellerini Sana açıyor ve sadece Sana açar. Şâyet, Sen mağfiret edersen, hiç şüphesiz o Senin şânındandır; eğer kovarsan dergâhından, beni Sen den başka kim affedebilir?!


İlâhî! Gönlümde nedâmet hisleri, bütün masiyetlerime (günahlarıma) tevbe! ediyor ve kurtuluş fermanımı bekliyorum


Hesabın pek ince olduğu o şedîd (çok şiddetli ve dehşetli olan) günde, ey yardım talebinde bulunanların biricik yardımcısı, nâçârım. (çaresizim.) Senin yardımını istiyorum

Yüce Rabbim bizleri bu Allah (c.c.) dostlarının şefaatlerine nâil eylesin. Âmin

A. Raif ÖZTÜRK