1 Ocak 2012 Pazar

Hayatımızın Son Ucuna Baka Baka





"Elestü bi rabbiküm? Kâlû: Belâ..."dan maksadın ne olduğunu net olarak bilmiyoruz. Bu bir mukâvele midir? Mukâveleyse, soruya muhâtab olanlar, "evet" veya "hayır" demekte serbest midirler? Mukâveleye oturan "Benî Âdem zürriyeti" ruh muydu, daha başka bir şey miydi? Bu noktalar da sır.

Acaba bu mukâvele (sözleşme)den maksat, Âdemoğlunun ruhsal yapısında, Allah'ı (c.c) rabb olarak kabullenme, kabullendiği rabbi arama, arayıp bulduğu rabbe sığınma, O'nu dinleme, kendini O'na beğendirme, ne bekleyecekse O'ndan bekleme duygusunun varolduğunu bildirmek midir?

Muhtemelen bu tesbit doğru. İnsan bu dünyaya Allah'a inanma, O'nu sevme, sevdiğinin emrine girme, takdirini kazanma duygularıyla dolu olarak geliyor. "Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzerine doğuyor." Bu fıtratla hayâta gözlerini açan insan, dünya hayâtını üç değişik tarzda algılayabilir:

1- Dünya günlerini, Allah ve âhiret bağlantılarından koparak yaşama tarzı:

Bu algılayış tarzı, genellikle sonsuzluğu dışlayan çevrelerde yaşamış olmanın neticesidir. Bu anlayış tarzında hayat, beşik ve mezar ile sınırlandırılmış oluyor. "Hayat hayat içindir" gibi bir hükme varılıyor. Bu hüküm, Allah'ı ve âhireti devre dışı bıraktığından Allah'ı arama, O'nun emrine girme, ne beklenecekse ondan bekleme duygularıyla dolu olan, sonsuzluk arzusuyla yanıp-kavrulan ve buna göre programlanmış olan insan fıtratına zıt düşüyor. Ruh ve gönül hazlarını geri plâna itip, bedensel hazları, nefis ve gurûru, öne alıyor. Bu anlayış tarzı esas alındığında şehvet, şöhret, işret, gaye haline geliyor. Bunların gerçekleştirilebilmesi için de para gerekiyor. Bir ömür bu hedef ve vâsıtalar uğruna harcanıyor. Fıtrat bütünlüğüne ve dengelere riâyet edilmediğinden, rahmânî yön hesâba katılmadığından insan ikiye bölünmüş oluyor, sâdece bedeniyle yaşar hâle geliyor. Bir cephesi kesilip atılan insanın hayâtı, kanayan bir hayat oluyor. Mes'ûd olması için insanın her bir yönü, her bir duygusu ayrı ayrı tatmin edilmeliydi. Denge mutlaka tutturulmalıydı. Mâalesef böyle yapılmıyor bu anlayışta. Aç bırakılan duygular baygınlık geçirdiğinden fıtratın yarısı felçli hale geliyor. "Dünyacı değer yargılarını" tercih eden insan artık, midesi şişkin, şehvetini azgın, ihtirasları kabarmış, kaşları çatık, sinirleri gergin bir firavun rolünü oynuyor. Veyâhutta, kendini tamâmen salarak insan fıtratı içinde hayvana dönüşüyor. Mâalesef başka çaresi de kalmıyor. Gidilecek başka yolları da yok ki gitsin. Yolların başlangıcı çok geride kalmıştır. Ya tekrar başa dönerek doğru bir yol tercihi yapacak, yahut da fıtratını kanata kanata, kaygılarını birbirine ekleye ekleye, hayat ağacının tek meyvesini, yâni kendi cenâzesini seyrede seyrede kahrolup gidecektir.

Yanlış yaşanmış bir hayat insanı ancak bu neticelere getirir. Bu tarz hayat bir oyundur, bir oyalanmadır. Oyunda ve oyalanmada yorgunluk çok, netice yoktur. Yorgunluklarda, kaygılarla, acılarla dolu koca bir hayat iki meyve vermiştir: Cenâze ve de kefen.

Bu kurban, yanlış başlangıçların kurbanıdır.

Buyurun, namazı kılın.

2- Âhirete bağlantılı olarak algılanan bir dünya ve hayat tarzı:

Dünya ve hayâta bu anlayışla bakan kişi beşiği ve mezarı aşarak sonsuzluklara ulaşacaktır. Hayâtını iki sonsuzluk arasına gerilmiş bir yay gibi görecektir. Ona göre beşik başlangıç, mezar da sonuç değildir. Beşikten berisi de, mezardan ötesi de vardır. Elbette beriler ve öteler hesâba katılacaktır. Sonsuzluklar, rûhumuzdaki sonsuzluk arzûsuna cevâptır. Bizler sonu olmayan yolların yolcusuyuz.

Fıtrata paralel düşen bu anlayış, dünyâyı âhiretin tarlası olarak görüyor. Dünya, âhirete hazırlanma merhalesi oluyor bu anlayışa göre. Zâten genelde insanlar, bir önceki mekânda bir sonrası için bulunurlar. İlkokulda okur, ortaokula hazırlanır, orta okulda okur liseye hazırlanır v.b. Hazırlığın nasıl yapılacağını da dünyânın ve âhiretin yaratıcısı belirleyecektir.

Şu hâlde bizler, dünya tarlasında âhiret ambarlarını doldurmak için varız. Tarlalarda dikkât, çalışma ve terleme olacaktır. Ötelerde de huzur ve sükûn...

Allah rızâsını her an hesâb içinde tutan bu hayat tarzı, fıtratın yaşanması olduğundan bu taraf da, o taraf da cennete dönüşüyor. Cennetin birinde gözlerimizi yumunca öbüründe açıyoruz.

Meselenin bir de Allah'ın (c.c) rahmetine bakan yönü var:

Dünyada yaşadığımız sınırlı, sorumlu bir hayâtın neticesi, zaman ve mekân olarak sonsuz, her aradığımızı bulabildiğimiz bir cennet oluyor. Bu ne iştir? İfâ edilen vazife ile verilen ücret arasında orantı yok. Ücret hizmeti çok aşıyor. Sanki Cenâb-ı Hak, kulunun iyi niyetini ve gayretini gördükten sonra "bi gayr-i hisab" mükâfat veriyor. Rakamları kaldırıyor. İkrâmiye üzerine ikrâmiye veriyor. Biz kendimize göre kulluk yapıyoruz, O da kendine göre veriyor, vereceğini. Hazinelerinin sonu olmadığından sonsuzca veriyor. Veriyor da veriyor.

Bu Allah'ın (c.c) rahmetinden ve yüceliğindendir.

3- Hayâtımızı ve içinde yaşadığımız âlemleri Allah (c.c) ile bağlantılayarak algılama tarzı:

Allah ile bağlatıladığımızda, dünya ve bütün âlem karşımıza Allah'ın yazdığı bir kitap olarak çıkıyor. Tabi, biz mü'minler de o kitabın okuyucuları oluyoruz.

Nasıl ki güzel bir tablo, ressamının, güzel bir mîmârî eser, mimarının, güzel bir beste, bestekârının mahâretini gösteriyorsa, ince ayar yaratılmış âlem, bilhassa arzımız da yüce yaratanın ilmini, kudretini ve mahâretini gösteriyor. İlâhî isimlerin binlerce yansımalarıyla önümüzde açık bir kitap oluyor. Şimdi biz, hem Kur'an kitabından hem de arz ve semâ kitâbından "ol Kâdir-i külli şey'in tecellilerini" okuyoruz. Mest-ü hayranız, pür-heyecânız. Her bir satırda sıcak tesbitlere, câzip tasvirlere rastlıyoruz. Nice bin güzellik bizi secdelere, rahmânî aşklara çekiyor. Okuyoruz okuyoruz... Ne kitap bitiyor, ne okuma bitiyor. Hayat baştan sonra bir okuma devresine dönüşüyor. Dağlar koskoca bir kitap, ırmaklar bir uzun şiir, çeşmeler bir güzel beste oluyor.

Gerçekten okuyanlar dikkatlerini bir noktada toplayanlardır. Dikkatimizi toplayamadığımızda bakma gerçekleşir, okuma gerçekleşmez. Her göz görmeyebilir, her bakan okuyamayabilir. Bakılan şeyde ihtişamın olması yetmiyor, bakan gözde de ihtişam olacak.

Okumanın olduğu yerde dikkât vardır. Dikkatin olduğu yerde gaflet yoktur. Gaflet uydum kalabalığa mantığıdır. Kendini salıp akıntıyla sürüklenmektir. Gaflet sorumluluk şuûrunun ölümüdür, belâ-yı azimdir.

Okuma olayı imtihânla bağlantılıdır. Bizi imtihâna tabi tutan güç önce okumaya çağırıyor. Herkes dersini, vazifesini öğrensin ki, imtihânı kayeden başkalarını değil kendini suçlasın. Yaşayan bilerek yaşasın, helâk olan da bile bile helâk olsun. "Yapılması gerekenler belliydi amma yapmadım da helâk oldum" desin.

Dikkâtle okuyanların imtihânda zorlanmaycakları da malumdur.

Fıtrata saygılı sevimli dostlara, âhiret tarlalarının gayretli işçilerine, ilâhi tecellilerin sabırlı talebelerine binlerce selâm.

İdris Arpat

Allah'a kul köle olmak !..



Günümüze kadar yaşamış İslam büyükleri Allaha (cc) kul olmakta zirvelere çıkmışlar. Adeta köle olmuşlar. Geceleri gündüzleri hep ibadet ile, zikir ve tefekkür ile geçmiş.

Dünya işlerinde de hep
Allah rızası gözetilerek hareket edilmiş.

Bizler ise her geçen gün artan gerekli gereksiz meşgaleler ile neredeyse farz ibadetleri bile aksatacak durumlara düşebiliyoruz. Buna rağmen kendimizi en makbul kullar arasında görmekteyiz. Konuşmaya başladık mı bizi dinleyenler veli bir insan olduğumuzu düşünebiliyor. Halbuki yaşantımıza bakılsa pek te öyle olmadığı anlaşılır.


Allah
a (cc) kul köle olma noktasında ibretli birkaç hikaye..

Abdülkadir Geylani Hazretlerine birisi bir köle hediye ediyor ve şöyle diyor:


-"Efendi hazretleri, bu köleyi alınız, zatınıza hizmetçi olsun."


Abdülkadir Geylani Hazretleri köleyi alıyor, evine getiriyor ve köleye şunları söylüyor:


-"Evladım, bak, şu odalar yatma yeridir, şu elbiseler de giyilebilir. Yemek istiyorsan işte şurası kiler, şurası mutfak."


Bu tanıtımdan sonra tekrar soruyor:


-"Evlâdım, şimdi gördün bunları, söyle bakalım nerede yatmak istersin?"


Kölenin cevabı:


-"Siz nereyi münasip görürseniz efendim."


-"Peki hangi elbiseyi giymek istersin?"


-"Siz hangisini uygun görürseniz efendim."


-"Hangi yemeği seversin oğlum?"


-"Siz hangisini müsaade ederseniz efendim."


Köle böyle cevaplar verince, Abdülkadir Geylani Hazretleri çok duygulanır. Arkasını dönerek ve köleden biraz uzaklaşarak, bir köşede ağlamaya başlar.


Köle bu manzara karşısında tereddüt eder, üzülür, ne yapacağını şaşırır. Acaba hatalı bir cevap mı verdim? diye düşünmeye başlar.


akta olan Geylani Hazretlerinin yanına yaklaşır ve kısık bir sesle ve edep dolu bir edâ ile sorar:


-"Efendi Hazretleri, kusur ettiysem, çok özür dilerim, bir hata mı yaptım acaba?"

-"Yok evladım yok, sen hiç hata etmedin, tam isabet ettin."
-"O halde niçin ağlıyorsunuz efendim?" deyince:
-"Söylediklerini dinledim ve çok etkilendim"
-"Ben, yanlış bir şey mi söyledim yoksa?"

-"Yok yavrum yok, sen çok doğru söyledin. Keşke senin bana bu yaptığın itâat gibi, ben de Rabbime böyle bir itaatte, kullukta bulunsam da, ömrümde bir defa olsun Ya Rabbi, Senden hiçbir şey istemiyorum. Nereyi uygun bulursan orada yatarım, hangi elbiseyi münasip görürsen onu giyerim, hangi rızkı verirsen onu yerim ve kanaat ederim. Başka bir talebim yok Senden� diyebilseydim. Oysa ben O�nun kulu ve kölesi olduğum halde, Ondan c.c. her gün bir şeyler istiyorum. Bağışladığı bunca nimetlerle yetinmiyorum. Hep daha fazlasını istiyorum. Onun için ağlıyorum"


İşte sizlere kul olmanın, köle olmanın gerçek bir örneği.


Bizler de Yüce Rabbimizin kulu (kölesi) değil miyiz?

Bizim, O yüce Kudrete karşı davranışlarımız nasıl acaba?

Bizlere bağışladığı milyonlara nimetlere mukabil, Yâ Rabbi, senden daha başka bir şey istemiyorum. Keşke bu bağışladıklarının şükürlerini edâ edebilsem!... diyebiliyor muyuz?


Yavuz Sultan Selimi hatırlayalım. Mısır seferinden sonra, oradaki insanlar arasında, kulaklarına halkalar geçirilmiş kişileri göstererek:


-�..Bunların kulaklarında niçin halkalar var? diye sorar.


Kendisine rehberlik eden yerli zevât:


-�Yüce Padişahımız, onlar kölelerdir. Diğer halktan ayırt edilmesi için, burada kölelerin kulaklarına halka takılır.�


-Kim takıyor bunları? Tiz (derhal) onu bana çağırın!

Emir yerine getirilir. Bu işin uzmanı huzura çağırılır. Yavuz Selim emreder:

-O küpelerden benim kulağıma da takınız! Yerli zevâttan itirazlar başlar:

-Nasıl olur hünkârımız? Onlar köle, siz ise bizim sultanımızsınız!
Yavuz âdeta kükrer:

-Bre nâdanlar, ben de Sultanlar Sultanını olan Yüce
Allahın kölesiyim. Bunun böyle olduğu herkes tarafından biline! Derhal o halkayı takınız!

..Ve köle halkası Yavuzun kulağına da takılır.

Yavuz Sultan Selim�in resimlerinde gördüğünüz o küpe zannettiğimiz nesnenin hikâyesi işte böyledir..
İşte; �..hakiki zevk, elemsiz lezzet, imandadır ve iman hakikatlerinde bulunur. (Bediüzzaman.)� sözünün tecellilerinden birkaç örnek.

Allah
a kul köle olmanın zirvelerine ulaşan İbrahim Ethem Hz. nin dualarıyla konumuzu taçlandıralım:
İlahî! Sen fazl-u kerem ve izzet-ü ikram sahibisin; benim ise tek sermayem hatalarım ve günahlarım; ne olur bu kulunu affet!...

İsyankâr isem de, affına olan ümidim hiç sarsılmadı; diliyor ve dileniyorum; kapıkulunu umduklarına nâil et!...


İşte huzurundayım ve suçlarımı itiraf ediyorum; merhametinle muamelede bulun ve bu âciz bendenizi azaba dûçar kılma!...


Halk hep sâlih bir insan olduğumu düşünüyor; halbuki ben onların en kötüsüyüm; merhametine iltica ediyorum; beni bana bırakma!...


İlâhî! Asî kulun yine kapına geldi; dağlar azametindeki günahlarını ikrar edip, ellerini Sana açıyor ve sadece Sana açar. Şâyet, Sen mağfiret edersen, hiç şüphesiz o Senin şânındandır; eğer kovarsan dergâhından, beni Sen den başka kim affedebilir?!


İlâhî! Gönlümde nedâmet hisleri, bütün masiyetlerime (günahlarıma) tevbe! ediyor ve kurtuluş fermanımı bekliyorum


Hesabın pek ince olduğu o şedîd (çok şiddetli ve dehşetli olan) günde, ey yardım talebinde bulunanların biricik yardımcısı, nâçârım. (çaresizim.) Senin yardımını istiyorum

Yüce Rabbim bizleri bu Allah (c.c.) dostlarının şefaatlerine nâil eylesin. Âmin

A. Raif ÖZTÜRK