Son nefes; buğusuz, berrak bir ayna gibidir. İnsan kendisini en doğru şekilde son nefesinde tanır. O anda güzellikleri ve çirkinlikleriyle bütün bir ömrü, kalp gözünün önünde sergilenir. O an, gözlere ve kulaklara hiçbir itiraz ve gaflet perdesi de inemez. Bilâkis bütün perdeler kalkar ve her türlü îtiraf; aklı ve vicdanı derin bir pişmanlık iklimine sokar. Bu sebeple insanoğlu için ölüm ânından daha ibretli bir manzara yoktur.
Hadîs-i şerîfte:
“Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.” buyrulur. (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)
Yâni gönüller, yaşarken en çok ne ile meşgul olmuş ise, ölürken de ekseriyetle onunla meşgul olur. Bu meşgûliyeti de âhiretteki durumuna dâir ipucu verir. Bunun müsbet-menfî sayısız misalleri vardır.
Rebî bin Haysem -rahmetullâhi aleyh- bu husustaki bir müşâhedesini şöyle nakleder:
“Bir keresinde can çekişen bir adamın yanında bulunmuştum. Ben; “Lâ ilâhe illallâh!” deyip telkin verdikçe o, sanki kelime-i tevhîdi duymuyor, para sayar gibi parmaklarıyla birtakım hesaplar yapıyordu.”
İşte bu hikmete binâendir ki eskiler; «Su testisi su yolunda kırılır...» demişlerdir.
Kur’ân-ı Kerîm, son nefesinde ebedî kurtuluşa erme mücâdelesi veren îman kahramanlarını ve nâil oldukları mükâfatları, birer ibret levhası hâlinde sergilemektedir. Bunlardan biri de Ashâb-ı Karye’den Habîb-i Neccâr’dır. O sâlih zât, îmânı ve irşâdı sebebiyle taşlanarak katledilmişti. Fakat bu dünyaya âit perdelerin kapandığı son nefesinde, gideceği âleme âit perdeler açılıp nâil olacağı lutuflar kendisine gösterilince o, kavminin gafletine acıyarak:
“...Keşke kavmim bunu bilseydi!..” (Yâsîn, 26) dedi. Zîrâ kendisine, fânî âlemdeki taşlanmasının karşılığında sonsuz bir saâdet bahşedilmişti.
Son nefes aynasında huzur veren manzaralar seyredebilmemiz için Rabbimizin râzı olduğu bir hayat yaşamamız şarttır.
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Bir kimse son nefeste (hâlis bir kalb ile) kelime-i tevhîd getirirse, cennete girer...” (Hâkim, Müstedrek, I, 503)
Yâni ömrümüz boyunca kelime-i tevhîdin muhtevâsı içinde yaşayabilirsek, son demde onunla Hakk’a yolculuk edebiliriz. Çünkü dünya hayatında yaşadıklarımız, son nefesimizin; son nefesimiz de âhiretteki hâlimizin tercümânı gibidir.
Fakat bu hususta bâzı istisnâ tecellîler de yok değildir. Yâni bir kul, son nefesini îmân ile verebilmek için her ne kadar sâlih amellerle dolu bir hayat sürmeliyse de buna güvenerek Allâh’ın rahmetine nâil olacağına kesin gözüyle bakmamalıdır. Bunun zıddına bir kul da düştüğü günahlara ve süflî hayata bakarak Allâh’ın rahmetinden ümîdini de kesmemelidir. Zîrâ son nefesin ne şekilde olacağı, ilâhî bir sırdır.
Allah dostu Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’nin genç yaşta beli bükülmüştü. Sebebini soranlara şöyle derdi:
“–Kendisinden ilim tahsil ettiğim bir hocam vardı. Vefâtı esnâsında ona telkinde bulunduğum hâlde bir türlü kelîme-i tevhîdi söyleyemedi. İşte bu hâli görmek, benim belimi büktü.”
Son nefes husûsunda peygamberler hâricinde hiç kimse teminat altında değildir. Hâttâ Yûsuf -aleyhisselâm-’ın Cenâb-ı Hakk’a:
تَوَفَّنِي مُسْلِمًا وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ
“…(Ey Allâh’ım!) Benim canımı müslüman olarak al ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle!” (Yûsuf, 101) diye ilticâ etmesi, bizler için son derece ibretlidir.
Bu sebeple mü’min, havf ve recâ (korku ve ümid) duyguları arasında son nefes imtihanına hazırlanmaya gayret etmelidir.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“(Ey İnsanlar!) Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33)
Ha¬dîs-i şe¬rîf¬te de şöyle buyrulur:
“Bir kim¬se uzun za¬man cen¬net¬lik¬le¬rin ame¬li¬ni iş¬ler, son¬ra ame¬li ce¬hen¬nem¬lik¬le¬rin ame¬liy¬le so¬na er¬di¬ri¬lir. Bir kim¬se de uzun za¬man ce¬hen¬nem¬lik¬le¬rin ame¬li¬ni iş¬ler, son¬ra ame¬li cen¬net¬lik¬le¬rin ame¬liy¬le hi¬tâ¬ma er¬di¬ri¬lir.” (Müs¬lim, Ka¬der, 11)
Îman selâmetiyle âhirete intikal edebilmek husûsunda kulun mut¬lak bir em¬ni¬yet veya mut¬lak bir ye¬is/ümitsizlik duygusu içinde bulunması yanlıştır. Çün¬kü son ne¬fes¬te vâ¬kî ola¬cak du¬ru¬mu hiç kim¬se bi¬le¬mez. Bu sebeple hayatı korku ve ümit duyguları içinde, bir mayın tarlasında yürür gibi büyük bir teyakkuzla yaşamak gerekir.
Dolayısıyla âkıbetimiz hakkında fazla ümîde kapılıp gevşememeli, buna mukâbil fazla korkuya kapılıp ümitsiz de olmamalıyız. Hayatımızı büyük bir dikkatle yaşamalıyız. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsının da gadabının da bazen çok büyük, bazen orta, bazen çok küçük görünen şeylerde gizli olabileceğini hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Nitekim Peygamber Efendimiz’in bildirdiği üzere, susuzluktan soluyan bir köpeğe su veren günahkâr biri, sırf bu merhamet tezâhürü sebebiyle affedilerek cennetlik olmuştur. Buna mukâbil, kedisine merhametsiz davranarak, onun açlığına aldırış etmeyen ibâdet ehli biri de cehenneme dûçâr olmuştur.
Her insan başına gelen büyük-küçük pek çok lutuf ve kahır tecellîleriyle imtihan edilmektedir. Şâyet biz, dünyanın imtihan diyarı olduğunu unutursak, her musîbet ve hattâ her nîmet, bizim için başlı başına bir âfet kesilir. Aksine biz, dünyanın fânîliğini, ölümün hakikat olduğunu ve âhiretin ebedîliğini her an hatırlarsak, nîmetler de, felâketler de bizi Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıran birer lutuf vesîlesi hâline gelir.
Hak Teâlâ birçok âyet-i kerîmede, dünya hayâtını imtihan gâyesiyle yarattığını ha-tırlatmaktadır. Gaflete dalarak asıl gâyemizi unutma ihtimâlimize karşı birer ilâhî îkaz du-rumundaki bu âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmaktadır:
“Her canlı ölümü tadar. Bir imtihan olarak sizi hayırla da şerle de deniyoruz. Ve siz ancak Biz’e döndürüleceksiniz.” (el-Enbiyâ, 35)
“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratmıştır...” (el-Mülk, 2)
“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır bir takvâ ile korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 102)
Hayatın gâyesi, güzel bir kul olarak yaşamak ve güzel bir kul olarak can vere-bilmektir. Zîrâ hedef, Cenâb-ı Hakk’ın beşeriyete armağan ettiği, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zarif ve duygulu hayatından hisse alıp; rakik, ince ve has-sas bir kul olabilmektir.
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin şu nasihati ne büyük bir îkazdır:
“Dünyanın bir saati, kıyâmetin bin senesinden daha kıymetlidir. Zîrâ orada kur-tuluşa kavuşturacak bir amel yapılamaz.”
Her insan; dünya hayatında mânevî gidişâtına ve nereye hazırlandığına dikkat et-mek mecbûriyetindedir. Bunun muhâsebesini de son nefesine bırakmayıp ömrü boyunca bu hassâsiyetle yaşamalıdır. Zîrâ kâr ve zarar, kazanç ve kayıp keyfiyetleri dünya hayâtı-na âittir. Ecel gelip çattıktan sonra artık ne bir kazanç, ne de bir kayıp söz konusudur.
Hâl böyleyken hayatın sürprizleri ve iniş-çıkışları içinde gaflete sürüklenip ölü-mün derin ve sessiz feryatlarına kulak vermemek ve bir gün kendimizin de o kapıdan ge-çeceğimizi hesâba katmadan yaşamak, ne hazindir.
Allah dostu ârif kullar ise, tefekkür-i mevt ile hayatını âdeta ölümün koynunda ya-şarcasına bir ömür sürerek موُتوُا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا : “ölmeden evvel ölünüz” sırrına ermişlerdir. Yâni nefsânî arzularını asgarîye indirip rûhânî istîdatlarını inkişâf ettirerek Hakk’ın dost-luğuna nâil olmuşlardır. Böyle sâlih kulların, kıyâmette korku ve hüzünden selâmette ola-cakları, ilâhî bir vaaddir. Ardında ebedî âlemin gizlendiği esrarlı bir perde olan ölüm, Allâh’ın lutfu ile son nefes hazırlığına muvaffak olabilen böyle kullar için büyük bir saâ-dettir. Asıl mârifet de, Allâh’ın lutfettiği bu can emânetini, son nefeste aynı sâfiyetiyle iâ-de edebilmektir. Şâir Necip Fâzıl’ın dediği gibi:
O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner;
Azrâil’e “hoş geldin” diyebilmekte hüner!..
İşte bütün mesele, can emânetini ömrün son deminde neş’e ve huzurla Allâh’a takdîm edebilmek, yâni herkesin korkulu rüyâsı olan o demde sevinç duyarak: «Rabbim, Sana geliyorum!..» diyebilmektir. Bu bahtiyarlığa erebilmek için de benlik ve ihtiraslardan kurtularak ilâhî emirler doğrultusunda bir hayat yaşamak şarttır.
Gerçek bir mü’min, ölümle barışık insandır. Zîrâ ona hazırlıklı olarak yaşadığın-dan, gönlü huzurludur. Son nefesin en güzel ânımız olabilmesi, Hakk’a muhabbetle dolu bir gönle sahip olabilmemize bağlıdır. Aksi takdirde “dünya muhabbeti ve ölümden nef-ret” ile son bulan bir hayat, hüsran ile neticelenir.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“(İnsanlar) kıyâmeti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam yahut bir kuşluk vakti kadar kalmış olduklarını sanırlar...” (en-Nâziât, 46)
Dolayısıyla bütün yapacağımız, bu kadar kısa olan ömrümüzü Hakk’a kulluk, ibâdet ve tâatle değerlendirmekten ibârettir.
Cenâb-ı Hak, son nefesimizi, ebedî âlemdeki ilâhî lutufları seyredeceğimiz bir vuslat penceresi kılsın...
Âmîn!..
Ayrı Kutu
Rahmetli Hocam Abdurrahman Şeref GÜZELYAZICI vefât ettiği gün (15.05.1978) sanki ukbâ yolculuğunu önceden sezerek kaleme almış olduğu şu şiiri ceketinin cebinde bulunmuştur:
NEREYE?
Nereden kaynıyor hayat ırmağı?
Bu durmaz karanlık akış nereye?
Annem mi, açılan mezar kucağı?
Ebedî geceden bakış nereye?!
Meçhul bir yolcuyum bu son akşamda,
Ümit nûrum söndü siyah bir camda.
Evim, çocuklarım, gözüm arkamda;
Ahbaplar! Bu itiş, kakış nereye?!
Gönlümde yıldız yok, gözümde ışık,
Emeller, rüyâlar karmakarışık.
Îmânım! Nerdesin, gel karşıma çık!
Bu derin girişten çıkış nereye?!
Artık ne mavilik, ne pembe bahar,
Ne mehtap, ne sahil, ne sandal, hep kar,
Söyleyin benimle uçan ey kuşlar,
O yazlık dünyadan bu kış nereye?!
Birkaç rekât namaz, zekât, oruç, hac,
Duâlarım gibi kabûle muhtaç,
Şeref, son nefeste edince mîrac,
Semâlardan koptu alkış nereye?!
Osman Nuri Topbaş
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder