23 Kasım 2009 Pazartesi

Dosdoğru Yol

Sırat-ı Müstakim, ismiyle müsemma bir yoldur. Ucu cennete çıkan bir yol.

Bizler bu geniş arz üzerine başıboş salıverilmiş, cennet önünüzde, nasıl giderseniz gidin denilmiş varlıklar değiliz. Yol var, yolun haritası, yolculuğun pusulası.

Bu yola iletildiğimiz andan, Kelime-i Şahadet'i en son kelâmımız olarak söyleyeceğimiz ana kadar, bu yol üzereyiz.

Yolların hiç bir devirde olmadığı kadar çoğaldığı bu zamanda dosdoğru yol üzere bulunmak, ne olursa olsun yoldan çıkmamak, yürümek, yürüyebilmek ne büyük nimet!

Yollar nefeslerin adedi kadar çok. Ama kim, hangi yolun sahibi şu müjdeyi veriyor:

“Rabbim Allah'tır deyip, sonra da dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vaadolunan cennetle sevinin.' derler.” (Fussilet, 30)

Müminler olarak her namazda Cenab-ı Hakk'ın huzuruna her durduğumuzda Yüce Kitabımız'ın bize öğrettiği bir duayı tekrar ederiz: “ İhdina's-sırate'l-müstakîm : Bizi Sırat-ı Müstakim'e ilet.”

İstikamet üzere olmak, hayatın her anına hakkını vermektir.

Hayatımızın her saniyesini kısacık bir çizgi ve ömrü bu çizgilerin uç uca eklenmesinden oluşan bir hat olarak düşünürsek, bir anlık gafletin oluşturduğu “sapma”, bu hat üzerinde bir kırılma meydana getirecektir. Bu hat üzerindeki sapmaların sayısı ne kadar çoksa, kırılma ve aşınma noktalarımız o kadar fazla olacaktır.

Hayatımızı oluşturan “an”ları bir teyakkuz, muhasebe ve murakabe şuuruyla disipline ettiğimizde ise, uç uca eklenen o kısacık çizgiler uzun ve “dosdoğru” bir seyir oluşturacaktır. İşte muhtaç ve muhatap bulunduğumuz “istikamet” budur.

Yanlışa düşmeden, eğriye sapmadan

Yazımızın başlığındaki “dosdoğru” kelimesi, “müstakim” tabirinin karşılığı olarak iki anlama işaret ediyor. Karşıtlıklara başvurarak anlatacak olursak, bunlardan biri “yalan/yanlış”ın, diğeri de “eğri”nin zıddını ifade ediyor.

Yalan/yanlışın zıddı olarak “doğru” derken şunu kastediyoruz: İslâm dışındaki bütün dinler ve inanç sistemleri, kısmen veya tamamen yalan/yanlış üzerine kuruludur. Dolayısıyla aşağıda zikredeceğimiz rivayetten de açıkça anlaşılacağı gibi, yalan/yanlış üzerine kurulu bu din ve inanç sistemlerinin insanı götüreceği yer bu dünyada taşkınlık ve isyan, ahirette de bunun karşılığı olarak azaptır.

Eğrinin zıddı olarak “doğru” ise, insanın, Sırat-ı Müstakim olan İslâm'ı kabul ettikten sonra yürüdüğü yolda kalbî ve amelî olarak istikamet üzere bulunmasını ifade eder. Yani dosdoğru yol üzerinde yine dosdoğru biçimde yürümek, hiçbir şekilde eğriliğe itibar etmemek...

Yüce Kitabımız'da ve hadis-i şeriflerde sıkça geçen “Sırat-ı Müstakim” ifadesi, işte bu iki anlam boyutunu da içine alacak şekilde, sağa-sola sapmadan, yanlışa ve eğriliğe itibar etmeden dümdüz bir hat üzere yürünen “dosdoğru bir şekilde yürünen dosdoğru yol”u anlattığına göre, iç içe geçmiş bu anlam boyutları üzerinde derinlemesine durmak zorundayız.

İstikameti anlamak ve benimsemek

Her şeyden önce şu temel gerçeğin altını çizelim: Kur'an'ın genel olarak bütün insanlıktan istedikleri ile müminlerden istedikleri, birbirini çevreleyen halkalar misali dıştan içe doğru belli bir tedricî seyir izler. Burada iki kademeli bir çağrı bahis konusudur:

1. Yüce Kitabımız önce insanlığı “Sırat-ı Müstakim”e gelmeye çağırır; hayatı insanca, yaradılış maksadına, fıtrata ve ilahî iradeye uygun yaşamanın biricik yolu budur çünkü. Bu “cadde-i kübra”yı (ana cadde) Alemlerin Efendisi s.a.v. en yalın biçimde ve doğrudan şöyle bir benzetmeyle açıklamıştır:

Abdullah b. Mes'ûd ve Câbir b. Abdillah r. anhuma'dan rivayet edildiğine göre Efendimiz SallAllahu Aleyhi vesellem mübarek eliyle yere bir çizgi çizer ve:

- “İşte Allah'ın dosdoğru yolu budur.” buyurur.

Ardından bu çizginin sağına ve soluna da (sağa ve sola doğru giden) çizgiler çizip şöyle devam eder:

- “İşte bu yolların her biri üzerinde bir şeytan vardır ve insanları o yola çağırır.”

Böyle buyurduktan sonra Efendimiz SallAllahu Aleyhi vesellem mübarek sözlerine devam ederek: “Ve şüphesiz ki bu benim dosdoğru yolumdur. Ona hemen uyun ve başka yollara uymayın ki, sonra sizi O'nun yolundan ayırır.” ( En'am , 153) ayetini okur. ( Ahmed b. Hanbel , İbn Mâce , Hâkim)

Aynı konuyu işlediği bir başka seferinde Efendimiz 'SallAllahu Aleyhi vesellem'in, Yüce Rabbimiz'den naklederek şöyle bir benzetme yaptığını görüyoruz:

“Allah Tealâ Sırat-ı Müstakim'e şöyle bir misal vermiştir:

Onun iki yanında, açık kapıları bulunan iki sur (kale) vardır. Kapılarının üzerinde, salıverilmiş perdeler bulunur. Sırat-ı Müstakim'in kapısında (girişinde) bir davetçi şöyle demektedir:

- Ey insanlar! Sırat-ı Müstakim'e topluca girin, dağılmayın!

Sırat-ı Müstakim'in ortasında da bir davetçi vardır. İnsan, yanlarda bulunan surlardan birinin kapısını aralamaya yeltendiğinde:

- Yazık sana! Onu açma. Şayet onu açacak olursan, helâk olursun, der.

Sırat-ı Müstakim İslâm'dır. Yanlarda bulunan iki sur, Allah Tealâ'nın hadleridir (insanlar üzerine çizdiği, aşmamaları gereken sınırlardır). Açık (olup perde gerilmiş bulunan) kapılar, Allah'ın haramlarıdır. Sırat-ı Müstakim'in kapısındaki davetçi Allah'ın Kitabı'dır. Sırat-ı Müstakim'in ortasındaki davetçi ise, Allah'ın, her müslümanın kalbinde bulunan nasihatçisidir.” ( Tirmizî )

Nitekim bu hadisin sahabi râvilerinden Abdullah b. Mes'ud RadiyAllahu Anh'a Sırat-ı Müstakim'in ne olduğu sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:

“Hz. Muhammed SallAllahu Aleyhi vesellem , bizi onun başında bırakmış (bizi bu yola irşad ettikten sonra vazifesini tamamlayarak aramızdan ayrılmış)tır. Öbür ucu cennete çıkan bu yolun sağında ve solunda da yollar vardır. Buralarda, geçenleri oralara çağıran kişiler vardır. Kim bu yollara girerse sonu cehenneme çıkar. Sırat-ı Müstakim'e giren kişi ise bu yolu izleyerek cennete ulaşır.”

Böyle dedikten sonra İbn Mes'ud RadiyAllahu Anh, yukarıda mealini verdiğimiz En'am Suresi'nin 153'üncü ayetini okumuştur. ( Taberî )

Hayatı istikamet üzere yaşamak

2. Yüce Kitabımız, bu umumi çağrıya icabet edenleri, bu kez de bu “dosdoğru yol” üzerinde yine “müstakim” bir hayat yaşamaya sevk ve teşvik eder. Bu aşamada kabul edilen hakikatlerin hayata geçirilmesi söz konusudur ki, insanın bütün hücreleriyle müslüman olması, sadece amel plânında değil, tasavvur ve tahayyül plânında bile dosdoğru yaşamasını ifade eder.

İslâm bizatihi Sırat-ı Müstakim olduğu halde, en az günde 5 vakit kıldığımız namazların her rekatinde okuduğumuz Fatiha Suresi'nde “bizi Sırat-ı Müstakim'e ilet” diye Rabbimiz'den niyazda bulunmamızın anlamını işte burada buluyoruz. Bunun anlamı sadece “Sırat-ı Müstakim üzerinde yürürken ayağımızı kaydırma” demek değil, aynı zamanda “bizi dosdoğru yol üzerinde dosdoğru yürüt” demektir.

Bu aşamada her sözümüzün, her amel, fiil ve davranışımızın, hatta niyetimizin istikamet üzere olması bahis konusudur artık.

Yüce Kitabımız'da , Hûd Aleyhisselam' ın dilinden son derece çarpıcı bir şekilde şöyle buyurulur :

“Şüphe yok ki Rabbim dosdoğru bir yol üzeredir.” (Hûd, 56) Bu ayette geçen orijinal ifade de Sırat-ı Müstakim'dir.

Buradan şunu anlıyoruz: Yüce Allah'ın Sırat-ı Müstakim üzere olması demek, O'nun her fiilinin, her hükmünün ve her emir ve yasağının belli ve şaşmaz bir ölçü, düstur ve sistem doğrultusunda olması demektir. En küçük zerreden evrene hakim olan kozmik sisteme kadar her şeyin belli bir disiplin içinde varlığını sürdürmesi de bu gerçeğin ifadesidir.

Şu halde bu ilahî tarz ve sistem, yeryüzünde halife olarak yaratılmış bulunan insanın hayatına da hakim olmalıdır. Bu alanda ilk örnekliğin peygamberlerde (hepsine salât ve selam olsun) bulunduğu ise açıktır. Bu sebeple Efendimiz SallAllahu Aleyhi vesellem 'e hitaben Kur'an'da iki yerde “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ( Hûd , 112; Şûrâ , 15) buyurulmuştur .

Burada bir noktaya dikkatlerinizi çekmek istiyoruz: Bütün ayetleri aynı kaynaktan aldığı ve aynı duyarlıkla karşıladığı halde, Efendimiz SallAllahu Aleyhi vesellem “Hûd Suresi beni ihtiyarlattı” (Tirmizî, Hâkim) buyurmuştur.

“ Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.”

İbn Abbas RadiyAllahu Anh hazretlerinin, Hûd Suresi'ndeki bu ayeti kastederek, “Rasul -i Ekrem SallAllahu Aleyhi vesellem Efendimiz'e bu ayetten daha zor ve ağır bir ayet nazil olmamıştır.” şeklindeki tesbitini hatırda tutarak, buradaki zorluğun mahiyetini Elmalılı Hamdi Yazır merhumdan dinleyelim:

“Demek ki hakka ulaşmak için istikametten başka yol olmadığı gibi, her hususta kemal-i istikamet kadar yüksek bir makam ve onun kadar zor hiçbir emir yoktur. Herhangi bir amaca ulaşmanın en kısa yolu tarik-i istikamet (dosdoğru yol) olmakla beraber, evvela her işte tek olan istikamet noktasını tayin etmek zor; ikincisi, muhtelif noktaların alakasından sıyrılıp, sarsılmadan ve dosdoğru o noktaya yürümek daha zor; üçüncüsü, vasıl olduktan sonra aynı istikamette hiç eğilmeden devam ve sebat edebilmek büsbütün zordur. Bununla birlikte şunu ihtar etmeliyiz ki, bu ayette Rasulullah s.a.v.'e “beni ihtiyarlattı” dedirtecek kadar zor gelen taraf, istikamet emrinin, asıl kendisine taalluk eden kısmından ziyade, ümmetine taalluk eden kısmıdır. Zira ayette “Seninle beraber, tevbe edenler de (dosdoğru olsun)” buyuruluyor . Yani şirkten tevbe edip de imanda sana iştirak ederek maiyetinden bulunan her müslüman da senin gibi müstakim olsun…” (Hak Dini Kur'an Dili, 4/2830)

Bu emrin ilim, amel, ahlâk ve hatta yukarıda da söylediğimiz gibi niyet ve tasavvur seviyesinde bile istikameti ihtiva etmesi dolayısıyla alimlerimiz şöyle demiştir:

“Herhangi bir meselede kıl ucu kadar dahi ifrat ve tefride sapmadan istikameti muhafaza etmek, Allah Tealâ'nın yardım ve tevfiki olmadıkça, havl ve kuvveti yalnız O'ndan bilmedikçe gerçekleşmez.” ( Âlûsî , Rûhu'l - Ma'ânî , 12/152)

Rasul -i Ekrem SallAllahu Aleyhi vesellem Efendimiz'in mübarek şahsında müminlere emir buyurulan istikametin temin ve muhafazası konusunda Süfyan -ı Sevrî RadiyAllahu Anh'in tesbiti son derece yol göstericidir:

“Amel olmadan söz müstakim olmaz. Söz ve amel de niyetsiz istikamet bulmaz. Sünnet'e uygunluk olmadıkça da ne söz, ne amel, ne de niyet istikamete kavuşabilir.” ( Ebû Nu'aym , Hilyetu'l - Evliyâ , 7/34)

Şeytan tuzağı

Yüce Kitabımız'ın bildirdiğine göre İblis, ilahî huzurdan kovulduktan sonra Allah Tealâ'dan kıyamet gününe kadar mühlet istemiş ve istediği mühlet kendisine verildiğinde şöyle demiştir:

“Öyleyse beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki ben de onları (insanları) saptırmak için senin doğru yolunun üzerine oturacağım. Sonra onlara elbette önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.” ( A'raf , 16-17 )

Dünya hayatının insan için bir imtihan olmasının hikmeti gereği İblis'e, insanları saptırmak için çalışması doğrultusunda mühlet verilmiş olduğunu bu ayetten anlıyoruz.

Konuyla ilgili bir diğer ayette, İblis'in göstereceği bu çabanın bütün insanları aldatamayacağı şöyle ifade edilmektedir:

“(İblis) dedi ki: “Rabbim! Beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki ben de onlara (insanlara, günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan ihlâslı kulların hariç...” (Hicr, 38-40)

Buradan anlıyoruz ki, şeytanın aldatamayacağı kimseler, imanda, ibadette, ahlâkta ve sair söz ve davranışlarında yolunu Allah Tealâ'ya adayarak yaşayan ihlâs sahibi kullardır.

Hayat disiplini ve murakabe

İblis'in ilahî huzurdan kovulması ile ilgili ayetlere dikkatle bakıldığında bir husus dikkat çekmektedir: O, insanları saptırmak için Sırat-ı Müstakim üzerinde oturacağını söylemiştir. Bu ne demektir?

Elmalılı merhumdan yukarıda alıntıladığımız açıklamalarla birlikte bu sorunun cevabını düşündüğümüzde önümüze şöyle bir manzara çıkmaktadır:

Şeytan, Sırat-ı Müstakim üzerinde oturacağını söylemekle, sadece insanları bu dosdoğru yola girmemeleri için aldatmakla kalmayıp, aynı zamanda fiilen Sırat-ı Müstakim üzerinde bulunanları da saptırmak için gayret göstereceğini söylemiş olmaktadır. Öyleyse şeytanın hile ve tuzaklarından emin olmak için iman edip Sırat-ı Müstakim'e girmiş olmak yeterli değildir. Bu dosdoğru yol üzerinde hedefe doğru yürürken de yalpalamamak, yoldan sapmamak şarttır.

Bunu temin edecek olan ise, yazının başında da belirttiğimiz gibi, hayatın her anını disiplin altına sokacak murakabe ve kontrol sistemidir. Rasul -i Ekrem SallAllahu Aleyhi vesellem Efendimiz, kendisinden sonra başkasına danışma ihtiyacı hissetmeyeceği bir tavsiyede bulunmasını isteyen sahabiye şöyle buyurmuştur:

“Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!” (Müslim, Tirmizî, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel)

Burada Efendimiz SallAllahu Aleyhi vesellem'in, “Rabbim Allah'tır deyip, sonra da dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vaadolunan cennetle sevinin.' derler.” (Fussilet, 30) ayetine gönderme yaptığı görülmektedir.

Esasen bu istikametin, en temel ibadetlerden, insana en önemsiz gelen hususlarda dahi ilahî rıza ve muhabbete aykırı davranmaktan sakınmayı ihtiva ettiğinde şüphe yoktur. Bu sebeple ulema, Efendimiz SallAllahu Aleyhi vesellem 'in bu cevabının, İslâm'ın bütün emir, yasak, yönlendirme ve tavsiyelerini içinde toplayan kapsamlı bir ifade olduğunu söylemiştir.

Böyle bir istikamet elbette kişiyi yalnızca haram-helal hudutlarında değil şüpheli şeylerde dahi doğruya yönlendirecektir.

Kalbi Allah'a imanla güç bulmuş bir kul için istikamet üzere olmak, şeytanın yoldan çıkarmalarını görüp korunmak da zor olmayacaktır. Çünkü Allah Tealâ dosdoğru yol üzere olma emriyle birlikte dosdoğru yolun ölçülerini de bildirmiş, bu ölçüler Ehl-i Sünnet alimlerimizin gayretleriyle bize ulaşmıştır.

Sırat-ı Müstakim, yani dinimiz apaçık ölçüleriyle ortadadır. Artık bize düşen “Allah'a iman ettim” demek ve bu ölçülere sımsıkı sarılmaktır.


Ebubekir SİFİL • 75. Sayı
Semerkand Dergisi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder