10 Kasım 2009 Salı

Yeni bir güne başlarken, hep bir heyecan doğar yüreğime.

Yeni bir güne başlarken, hep bir heyecan doğar yüreğime.

Güneş, bir pırlanta misal, karanlıklar perdelerini yırtıp, günümüze doğarken, çizdiği harikulade manzaralara ve renklere bakarak, şükrederim, Rabbime. “Yeni bir gün daha yaşayacağım inşAllah. Güzellikler, nurlar ve hikmetler ile müzeyyen. Bugün bereketli ve benim de payım çok olur, inşAllah” derim.

Gökyüzünde güneşi çevreleyen pembeler, morlar, eflatunlar, kırmızılar, şehrin arka ufuklarında dağılırken, çocukların peşine yollanan büyüklerin koşuşturma sesleri duyulur. Herkes bu yeni başlayan günü kucaklamakta. Ölüm yolunu tutan duraklar da kimbilir kaç kişiyi beklemekte? Dağılıp gitti insanlar ve yeni günlerine başladılar bile. Kuşlar sabah erken saatte topladıkları rızıkları kursaklarında evlerin damlarında ve ağaçlarda neş’eli cıvıldaşmalarla uçuşup duruyorlar.


Çöpleri kurcalamakta olan kediler, o harikulâde desenlenmiş kürklerini yalayıp temizlemeye başlayacaklar, az sonra. Yiyecek bir şey bulabilmekten son derece mutlu, gözleri baygın. Yeşil, bal rengi muhteşem gözler, minnet dolu. Bir kuytuya çekilip, “Ya Rahim” mırmırları ile Rablerini zikretmeye başlayacak, yumuşacık göğüsleri. Nimete gösterilen zikir ve şükürden başka dertleri yok. O anın içinde ve o anın mutluluğunda yaşıyorlar.


Evvelsi gün, dün, yarın onları ilgilendirmiyor. Elemsiz, kedersiz bir lezzet ve sadece Rabbini zikreden bir yürek. Kimse ilgilendirmiyor onları. Kimseye minnetleri yok. Çocuklar ve insanlar, sebepsiz yere sataşmasalar, başka bir dertleri kalmayacak.



Güneşin muhteşem ışıltısı, ağaçların yapraklarında fısıldaşan, zikirleri kucaklamış. Böyle bir manzarayı gösterebilmiş olmaktan şevkli, daha çok parlıyor. Dinmeyen bir zikrin neş’esi ile yılmamacasına oynaşıyor yapraklar. İlâhî nağmeleri, rüzgarın esintisine salıp, kulaklara ulaştırmaya çalışıyorlar. Bir kere bile dönüp bakan yok. İnançsızlık sebebiyle perde çekilmiş gözler, zikreden yapraklara hiç nazar etmiyor bile. Fanilik perdesi altında, ebed sevincini zikreden diller var. Ama yürek gerek, onları duyabilmek için.


“Ebed!” diyor herşey, zerreden şemse kadar. Yeryüzünde hangi mevsim hüküm sürerse sürsün, “Ebed!” diyor diller. Tohum tutan eller. Doğup batmakta olan güneş. Mevcutların varlığında, “Ol!” emri ile taht kurmuş zerreler. Herşey “Ebed!” diyor. “Ebede gidiyoruz. Ebede doğru yolculuğumuz. Geliş ve gidişlerimiz boşuna değil. Bir yaprağın bedeninde dizilişimiz boşuna değil.
Bir insanın bedeninde, gözbebeğinde, midesinde yer alışımız boşuna değil.”


“Ebed!” diyor, zerreler adedince diller. “Şu alemdeki tahavvülat boşuna değil. Çiçeğin açılışı, yaprakların dallarda dizilişi, meyvelerin tomurcuklanıp, bahar çiçeklerinin ortalarından rızık olarak gelişi, güneşin, ayın, yıldızların doğuşu, suların hiç durmaksızın akıp denizlere koşuşu, insanların doğup ölmeleri, mahlukatın gelip gitmeleri boşuna değil.”


“Ebed!” diyor mahlukat sayısınca diller. Kuşlar, böcekler, sinekler, çiçekler, yıldızlar, akarsular. “Ebed!” diye çınlıyor alem. “Ebede gidiyoruz. Ebede akıyoruz. Ebede yolculuğumuz” diyor. Bütün mahlukat “Ebed” diyor da, insan bu arzudan uzak mı? İnsan Cenâb-ı Hakkın ebedi en çok arzulayan mahluku. Ebed, onun kalbinin sesi, en birinci arzusu.


Bütün mahlukat ebede doğru zikirlerle, tesbihlerle akarken, insan, hem kalbinde böyle bir arzu var, hem de miskin ve tembel, boş ve hissiz, aleme anlamsız nazarlarla bakıp duruyor. Akıl gibi bir nimetle mahlukatın en üstünü olarak yaratılmışken, bir kere bile sormuyor, “Bu gidiş nereye?”


Bu gidiş nereye? Bütün mahlukat bir vazife yüklenmişken omuzuna, insan kendini başıboş sanıyor. Bildiği gibi sorgusuz, keyfince yaşamak istiyor. Hem ebed arzu ediyor, hem de dünya hayatının şuursuz çırpınışlarına bulaşmış, aklı iptal ettirecek koşturmalar peşinde. Ölüm ile, “Dur!” emri verileceği ana kadar koşturacak belki de. Ölüm, “Dur!” demeden ne olur azıcık düşünebilse. Dünyaya geliş ve gidiş gayesini sorsa.


Sorabilen, sormayanlara göre çok az. Bu insan aklını neden unutmuş? O yorulmuyor şuursuzluktan. Halbuki aklı hapse düşmüş çaresiz mahkum gibi bezmiş, bunalmış artık. “Ne zaman soracaksın? Ne zaman beni hakiki makamıma oturtacaksın?” diye ümitle beklemekte. “Aklını başına almak” tabiri insan için kullanıldığına göre, bu şuursuzluk içinde aklını kaybedenler, dağıtanlar pek fazla anlaşılan.


Bütün peygamberler, bütün kitaplar, Peygamberimiz Hz. Muhammed (Aleyhisselam) ve Kur’ân en beliğ ifadelerle asırlar boyu insanın bu afaka dağılmış aklını başına getirmeye çalıştığı halde, insan aklını toparlayıp, şu dünyada bulunuş gayesini hatırlamaya yanaşmıyor. Başıboş yolculuğuna devam ediyor. Ölüm ile uyanıp “Eyvah” diyene kadar. Bu “Eyvah”ın ne faydası olacak, vaktinde aklını başına alamamış o insana? Evet aklı başına gelecek, ama çok geç kalmış olacak.


Rabbim inşAllah fazla geç kalmadan uyandırsın kalpleri. Akıllar sorsun artık, “Bu gidiş nereye?” Ölüm gelmeden uyansın insan. Aklını başına alsın.


Mümine Güneş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder